Tarih: 27.12.2025 16:02

Ali KUZENCİK yazdı:“BAYRAKLAŞAN AKİF”

Facebook Twitter Linked-in

*BUGÜN 27 ARALIK

"BAYRAKLAŞAN AKİF"

İKİ ESKİ DAHİLİYE VEKİLİNE
DERİM Kİ:
-KEŞKE…"ARNAVUT" DEDİĞİNİZ 
MEHMET AKİF KADAR "TÜRK"
OLSAYDINIZ EFENDİLER!…

 

"Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim
Onu dindirmek için kamçı yerim çifte yerim
Adam aldırma da geç git diyemem aldırırım
Çiğnerim, çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım."

Ancak bu dizeleri yazan ruh, İSTİKLAL MARŞINI yazabilir.

O, vatanı için yorulmadan koşan ve bundan hiçbir zaman pişman olmayan bir güzel insan.

Şiirlerini okuyanlar, orada adeta nadir açan bir çiceğe, çığlık-çığlık öten bülbüle, fakir semtler de bulunan mahzun bir ihtiyara rastlarlar.

Milli şairimiz M.Akif'in en çok önem verdiği, durmadan işlediği konulardan birisi de milli birlik ve beraberlik ruhudur.

Çünkü ona göre bir milleti bölmeden-parçalamadan yok etmek mümkün değildir.

Milli birliği geliştirmenin yollarından birisi de insanların birbirleriyle yardımlaşması, birbirlerini iyi ve kötü günlerinde ziyaret etmeleridir.

SEYFİ BABA şiirinde o gece yarısı çok zor şartlarda bir hasta dostunu ziyaret etmekte, onun hastalığıyla adeta perişan olmaktadır.

Çıkarken ona bir kaç kuruş  yardım etmek ister, ama kesesi boştur. Boynu bükülür. Bunun üzerine M.Akif;

"YA HAMİYETSİZ (Merhametsiz yaratılmak) OLAYDIM, YA PARAM  OLAYDI.!" demekten kendini alıkoyamaz.

Dolaşımı sağlayan KALP herkes de bulunur  ama MERHAMET  dolu CESUR YÜREK başka birşey.

M.Akif…İslamı ve Türklüğü nefsinde toplamış  bir kişi olarak yetişecek nesillerin garip-gurebaya, fakir-fukaraya sahip çıkılmasını istemiştir.

Çünkü bu insanlar VATANDIR. Sahibi olmayan vatan batmaya mahkumdur.

Yaşadığı şehrin arka sokaklarını onun kadar yansıtanı bulmak zordur. O asırlarca ihmal edilmiş insanlarımızı ön plana çıkarır.

Bunu yaparken nutuk çekmek değil, yaşayarak yahut hayatın içinden bir sahneyi bir nevi izleterek bizlere aktarır.

Allah ondan RAZI olsun.

Milli şairimiz M.Akif ERSOY yalnız şair değil, tefekkür sahibi, ehli gönül, çok yalın, sade yaşayan örnek bir insandı.

Zamanla başka şairlerinde büyük olduğunun farkına vardım. Ama benim için Mehmet Akif ERSOY halen bir numaradır.

Ömrüm oldukça gönül tahtıma keyfince kurulan M.Akif ERSOY der ki;

"Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim,

İnan ki her ne demişsem görüpte söylemişim."

 

Edebiyat öğretmeni değil "Tarih Öğretmeniyim" ama zaman zaman edebiyat kıta sahanlığına da haddim olmayarak bazen gireriz Canlar…

M.Akif'in kıymetli eseri Safahat'ını okuduğunuzda onun ne kadar değerli bir eser olduğunu anlarsınız.

Çünkü Safahatın içinde her seviyeden insanın anlayacağı bölümler vardır.

Okuduktan sonra siz de göreceksiniz ki onun şiirleri günümüz meselelerine de çareler sunuyor..

Ebediyen unutulmaz şiir mirası bıraktı ve "milliyet" duygusu...

Sırât-ı Müstakîm ve Sebilürreşâd dergilerinde Türk Dünyası aydınlarını buluşturarak ortak dil ve edebiyat fikrine hizmet etti:

"Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince,
Günler şu heyulâyı da er geç silecektir, 
Rahmetle anılmak, ebediyyet budur amma, 
Sessiz yaşadım, kim beni nerden bilecektir?"

Mehmet Akif'in 4 mısralık vasiyeti.. Rahmetle anılmak.

M.Akif hayatı boyunca idealleri peşinden koşmuş ve milletinin iyiliği için çalışmış bir dava adamıdır..

Türk Milletinin gönlüne girmiş vatan şairi M.Akif, hayatın pek çok noktasında karşımıza çıkar.

Halk ve aydın arasındaki kopukluğa üzülür, medreselerin yozlaşmasından, bâtıla olan düşkünlüğün bu kadar artmasından dert yanar. Halkı eğitecek insan bulunmayışı ise onun büyük ıstıraplarındandır.

Ancak Akif karamsarlığın şairi değildir:
-Çalışmayı, ilmi almayı öğütler. 
-Eğitim onun için vazgeçilmezidir.. 
-Çünkü eğitimsizlik bütün sıkıntıların ve kötülüklerin kaynağı olan cahilliği doğurur.. 
-ASIM dediği "nesle" bu konuda adeta kılavuzluk edecek şiirler yazmıştır..

"Değil mi ortada bir sine çarpıyor, yılmaz
Cihan yıkılsa emin ol bu cephe 
sarsılmaz.!"…mısralarıyla  bütün Garba kafa tutarken bilirim ki Akif'in bütün umudu gençlikteydi..

"Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz,
Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz.,
Zannetme ki ecdadın asırlarca uyudu, nereden bulacaktın o zaman eldeki yurdu!"

Dizelerinden anlaşıldığı gibi TARİH duygusunu iliklerine kadar hisseden milli şairimiz geçmişin emanetinden de yararlanıp geleceğe ümitle bakar..

Çalışmakla herşeyin başarılacağını hemen her fırsatta dile getirir.

Mehmet Akif Ersoy'un yazmış olduğu en nadide şiirse şüphesiz "Aziz Milletime armağan" dediği İstiklal Marşımızdır.

Şair Türk Milleti için hissettiği en yüce duyguları o mısralarda dile getirmiştir. Hikayesini ilkokuldan beri biliriz hepimiz.

Ömrünü "Millet davasının" önüne sermiş bir içli yüreğin duygu patlamasıdır o marş. İnançtır, güvendir, aşktır, vatandır.

İSTİKLAL MARŞI, bu toprakların kaderini anlatan yürekten bir vefadır.

İstiklal Marşı, dünyada istiklal kazanılmadan önce yazılan tek milli marştır. Çünkü M.Akif'in imanı, zafere olan inancı, marşın bütün mısralarında görülür.

Hiç bir şair bu ülkenin meselesini bu kadar dert edinmemiştir kendine ve hiç bir şair böyle feryat etmemiştir milleti için.

Yine hiç bir şair "vatanseverliğin parayla anlatılamayacağını" bu kadar çarpıcı anlatmamıştır.

Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy memleketin işgalden kurtulacağına inanıyordu. Bu inancını şu dizelerle belirterek, Türk Milletine seslenmiştir;

-"Doğacaktır sana vadettiği günler hakkın,
Belki yarın, belki yarından da yakın..!"

İstiklal Savaşının kazanılacağına neden bu kadar inandığını soran arkadaşına;

"Başımızdaki adamı kim görse inanırdı." diye karşılık vermişti.

M.Akif Atatürk'e inançla bağlıydı. Nitekim Türk İstiklal Savaşı, onun inandığı gibi, M.Kemal Paşa'nın "liderliğinde" kazanıldı.

Atatürk 1920 yılında M.Akif'e Burdur'dan milletvekili olmasını ve camilerde vaaz vermesini rica etti. Mehmet Akif, M.Kemal Paşa'nın bu ricasını geri çevirmedi.

Burdur milletvekili olarak TBMM'ne girdi ve halkı Milli Mücadele konusunda aydınlatmaya çalıştı...Allah ondan razı olsun..

Atatürk…M.Akif'in bilgi birikimine 
şiir sanatına saygı duyardı...

Mehmet Akif Ersoy'un İstiklal Marşı,  Sırat-ı Müstakim ve Hakimiyet-i Milliye'de yayımlandı.

Hamdullah Suphi Bey Meclis'te okuduğunda ayakta alkışlanan İstiklal Marşı, 12 Mart 1921'de "Milli Marş" olarak kabul edildi. Ersoy, ödül olarak verilen 500 lirayı hayır kurumuna bağışladı.

Atatürk Büyük Zaferden sonra, Türkçeye ve Arapçaya bu kadar vakıf, bilgili, yetenekli sanatçı bir kişi olan M.Akif'e Kur'an'ı Kerim'i Türkçeye çevirmesi teklifinde bulundu."Her Türk, Kur'an'ı Kerim'i gerektiğinde, kendisi okuyarak, anlamalı." diye düşünüyordu.

Böylece cahil, bilgisiz bir takım kişilerin, kendilerini hoca diye tanıtıp, halkı aldatmalarının önüne geçebilirdi.

Beş vakit namaz kılan, ağzı dualı, rahmetli Zübeyde Hanımın sevgili oğlu M.Kemal Paşa'nın gerçek din adamlarına, alimlerine saygısı vardı.

TBMM Cuma namazı sonrası dualarla açıldığı bilinmektedir. Dil-tarih'teki âlim hocalarımdan bilirim ki bu  manevi  istek M.Kemal Paşa'dan gelmiştir.

Kur'an'ı Kerim'in Türkçeye çevrilmesi teklifi bazı çevrelerin etkisiyle ve mahalle baskısıyla M. Akif bu teklifi kabul etmedi.

Sonradan Elmalılı Hamdi YAZIR bu görevi başarı ile yerine getirmiştir.

Atatürk'ün Elmalılı Hamdi Yazır'a hazırlattığı Kur'an tefsirinin bütün giderlerini kendi cebinden karşıladığı bilinmektedir..

Dil-Tarih'den Can Ülküdaşımız,
MHP eski MYK Üyesi, eski Anıt-Kabir Komutanı Tarihçi-emekli Albay Hacettepe Ünv. Öğretim Görevlisi  Dr. Ali Güler'in yazdığı "BAYRAKLAŞAN AKİF" eserinde der ki;

"M. Akif Mısır'da 11 yıl kalıyor. Arkadaşına yazdığı bir mektupta:
-Burada 11 yıl kaldım, 11 dakika daha kalmaya tahammülüm kalmadı. Her şeyin güzeli bizde.. Dinin de ibadetin de iyisi bizde.! Ömrümün kalanı mümkün olsa da Allah ona verse.." biçiminde Atatürk'e sevgi ve saygısını dile getiriyor.

Devletimizin banisi Gazi Mustafa Kemal Atatürk'e Allah rahmet  eylesin. Nezd-i İlahi'de makamı âli olsun inşallah..

Mehmet Âkif dendi mi ben bir hoş olurum. İstiklâl Marşı'mızın şairi. Çocukluğumdan beri ona sevgim var.

-Hakkında yazılan her şeyi okumaya çalıştım…Beni en çok etkileyen yönü SAMİMİYETİ...İmparatorluk yangın yerine dönmüş, vatan toprakları ayaklarımızın altından kayıp gidiyor. Cumhuriyet'e kadar bizim ağlayan tek şairimiz neredeyse o.

-Yahya Kemal'in bu konuda yazılmış cılız birkaç şiiri ve yazısını saymazsak. Abdülhak Hâmit, Cenap, Haşim büyük şairler ama bizim için ağlayan sadece o.

Bizde deriz ki:
-O'nun Hasbiliği, engin hissedişi ve heyecanı hem eserlerine hem de erdemli hayatına birebir yansımıştı.

Merhum Nihat Sami Banarlı, Akif'i şöyle anlatmıştı:
"-Ben Mehmet Akif'i inanmış bir insan olarak her hatırlayışımda, evliyalar kadar temiz ve lekesiz görebilmenin hazzını duyarım. İçim rahatlar."

Milli Mücadele yıllarında milletimize umut aşılamış, kalpleri teskin etmişti

Hekimlerin ilacını bulamadığı, derman olamadığı dert "aşkla sevmektir.!" Bizimde derdimiz aşkımız; 
VATAN SEVDAMIZDIR.

Hekimler bu derdimize çare bulsalar bile ilacı istemeyiz.!

Bize güç veren, bizi ayakta tutan, yaşadığımızı hissettiren Ulu Devletimizin üzerinde kurulduğu 
ve Aziz Milletimizin yaşadığı Vatanımızdır.

"VATAN HASTALIĞI" diye bir hastalığımız var.

Derim ki.. Ben bu derdimden hoşnutum. Benim derdimin ilacı, derdimin kendisidir.!

"Hubbül Vatan-Minel İman"
Vatan sevgisi imandandır.!
Unutmayınız ki Cehennem;
Vatan aşıklarını ağlatan merhametsiz fanilerle doludur.

Bu mübarek Anadolu toprakları yüzyıllardan beri Haçlı ve Moğol istilasının hedefi olmuştur. Ancak Türk Milleti bu kahraman evlatlarının vatan sevgisi ve milli şuuru ile gerektiğinde canları pahasına savunmuşlardır.

Vatanseverliğinin en büyük hasletlerinden biride İstiklal Marşına duyduğumuz sevgi ve saygıdır.

İstiklal Marşının söz ve bestesini beğenmeyenler M.Akif'in sağlığında da Milli Marşımızı değiştirmek isteyenler oldu.! Bunlar Akif-Fikret çatışmasında Fikret'in ruhuyla yaşayan, inançlara söven zavallı zangoçlardı.!

"Şinanay yavrum şinanay nay…"nakaratlı bir türküyü, hep bir ağızdan güle-oynaya söyleyebiliriz. Ama hiç birimiz ondan İstiklal Marşımızdaki o muhteşem ruhu hissedemeyiz.

Kendine yabancılaşma; 
milli ölçüyü kaybetme demektir. Milli ölçüyü kaybeden kimse hem iç hem dış politik olayları, kendi milletinin menfaatlerine uygun ayrıntılı düşünmeyen  adam demektir.!

Türk oğlu Türk Prof.Dr. Şair Bahtiyar Vahapzade der ki;
"İslam Devletlerinin ve yeni kurulan Türk Cumhuriyetlerinin milli marşlarını dikkatlice inceledim. Gördüm ki, içlerinde en güzel, en muhteşem milli marşı Türkiye Türkleri söylüyorlar."

İstiklal Marşımıza karşı çıkanlar, marşın içinde yer alan;
"kahraman ırkımız-vatanımız-hür yaşamak-ceddimiz-yaradanımız-mabedlerimiz-ezanlarımız-dinimiz-cennetimiz-şehitlerimiz...." gibi kelimelerden ve bu kelimeleri ifade ettikleri kültür köklerimizden "katiyyen hoşlanmayan" kalpleri mühürlü insanlardır.

Cenab-ı Allah vatanını seven aşıkları sever. Bu yüzden sadece mazlumun değil aşığın bedduasından sakınınız.!

Nasıl bir fıtrattır bizimkisi bilmem ki...Vatana kem göz değince göz doluyor, yumruk sıkılıyor, kılıç kınında kıpırdıyor, bu asil kan damarlarda ayrı bir deli akıyor.

VATAN ŞAİRİ Namık KEMAL haklı;
"Fıtrat değişir sanma bu kan yine O KANDIR.!!"

M.Akif her dem yeniden doğan ve daima çağdaşımız olmayı başaran bir kişidir. Kişiliğiyle düşünceleriyle yeni nesile rehber olarak önümüze ışık olmaya devam ediyor…

Allah ondan RAZI olsun...

Mehmet Âkif Ersoy'un ömrü, mücadeleyle yoğrulmuş bir iman ve vakar içinde geçen çileli bir yürüyüştür.

O, şiiriyle olduğu kadar kürsüsüyle, kalemiyle olduğu kadar cephedeki duruşuyla da milleti için nefes tüketmiş,
şahsi hiçbir hesabı olmadan bütün hayatını vatanı uğruna geçirmiştir.

Özellikle Merhum Âkif'in hüzün kaynağı, Millî Mücadele yıllarında gösterdiği fedakârlığın görmemezlikten gelinip yeni Türkiye'de yalnızlığa itilmesinin doğurduğu derin ıztıraptır.

Onun Mısır'a uzanan yılları, sadece bir şairin değil, bir millet vicdanının sürgün hikâyesidir aynı zamanda.

Biz de bu yazıda onun Mısır'a gönüllü sürgün (!) olarak gidişinin 100. yılında Mısır'dan Mısır Apartmanı'na uzanan on bir yıllık gurbeti ele alacağız.

1920'de Burdur mebusu olarak Büyük Millet Meclisi'ne giren Âkif, kısa sürede gördüğü manzaradan derin bir sarsıntı yaşadı.

İşgal altındaki bir memlekette samimiyet ve vakar beklerken, kimi vekillerin ihtirasları, entrika merakı ve dedikodu iştiyakı onu bunaltmıştı.

Millî Mücadele'nin ruhunu temsil eden bir şair için bu manzara bir kırılma anıydı.

Mithat Cemal'in ifadesiyle Âkif'in üç yıllık mebusluğu "bir sükût devri" oldu. Zira susmak, bazen bağırmaktan daha yüksek bir haykırıştır.

Sakarya Muhaberesi öncesi günlerde Meclis'te, şehirlerin birer birer düşmesi üzerine Kayseri'ye taşınma tartışmaları başlatıldığında, Âkif ve sadık dostu Hasan Basri buna şiddetle karşı çıktı.

Oğlu Emin'i Ankara'da bırakıp "Benim öldüğüm yerde oğlum da ölsün" diyecek kadar imanlı bir kararlılıkla direndi.

Ne var ki zafer sonrası Türkiye, Âkif gibilerin ideal ettiği ruhu taşıyamayacaktı. Özellikle Dahiliye Vekilleri Recep PEKER ve Şükrü KAYA gibiler…

-Birinci Meclis'in  tasfiye edilmesi, 
-Ali Şükrü Bey'in öldürülmesi, -Muhaliflerin dışlanması, 
-Âkif'in ruh dünyasında kapanmaz yaralar açtı.

Sebilürreşad kapatıldı, yakın dostu Eşref Edip mahkemelere sürüklendi, devrin yeni resmî dili içinde Âkif, "istenmeyen adam" haline getirildi.

1925'e gelindiğinde Âkif artık memleketinde nefes alamıyordu.

Hakkında "irticaî faaliyet" ithamları dolaşıyor, peşine hafiyeler takılıyor, inkılâplara ayak uydurmadığı gerekçesiyle zamanın kalemşörleri tarafından alay ediliyor, hatta milliyeti dahi sorgulanıyordu.

Çanakkale Şehitleri gibi bir destanın şairine "Türk değil, Arnavut" denmesi, paçavra kalemlerden çıkan yazılar bütün bunlar, nazik ve duygusal bir ruhu paramparça etmeye yetti.

Yakın dostu Şefik Kolaylı'nın nakline göre Âkif, Mısır'a gitme kararını şu sözlerle açıklamıştı:

"-Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar. Vatanını satmış adam muamelesi görmektense giderim."

İşte bu cümle, bir millete İstiklâl Marşı'nı yazan bir adamın nasıl bir yalnızlığa itildiğinin en acı belgesidir.

Âkif bundan tam 100 yıl önce -1925 sonlarında- Mısır'a yerleşti…Daha önce yaz aylarında ziyaret ettiği Mısır, artık onun gurbet yurdu olacaktı.

İlk yıllarında Abbas Halim Paşa'nın Hilvan'daki köşkünde misafir oldu. Nil'in serinliği, çöl rüzgârının ılık dokunuşu ve Paşa'nın vefalı dostluğu, Anadolu'da bulamadığı huzuru kısmen de olsa ona sunuyordu.

Ev sade bir hücre gibiydi: 
Birkaç kanepe, basit bir karyola, bir hasır seccade ve bir divit…

Akif'in hayatı, eşyanın ağırlığından ziyade fikirlerin yüküyle doluydu. Kimi zaman taşınırken, "komşular fakirliğimi görmesin" diye geceleri ev taşıdığı rivayet edilir.

Ailesini de yanına alınca Hilvan'da mütevazı bir ev kiraladı. Astım hastası eşi İsmet Hanım'a Kahire'nin iklimi iyi geliyordu; bu da onun Mısır'a bağlılığının bir başka sebebiydi.

Fakat geçim sıkıntısı yakasını 
hiç bırakmadı. Emekli maaşı bağlanmadı…Abbas Halim Paşa'nın maddî yardımları azaldı, bazen su küpü alabilmek bile sevinç sebebi oldu.

Mısır yılları, Akif'in kendi deyimiyle "gönlün harap, zihnin perişan" olduğu bir inziva dönemidir.

Akif, Mısır'a kapandığı yıllarda dahi boş durmadı. Kahire Darülfünunu'nda "Türkçe" dersleri verdi.

Haftada iki gün çöl sıcağını yararak Kahire'ye iner; dersini anlatır, ardından sessizce trenle Hilvan'a dönerdi.

Ama sınıfta sadece dil öğretmezdi; vicdan da öğretirdi. İngiliz işgalinin Mısır'da neler yaptığını, işlenen cinayetleri öğrencilerine anlatır; "Hakikati bilmek, iman etmenin şartıdır" derdi.

Bu yıllarda…Büyük Türk dostu, Pakistan'ın milli şairi Muhammed İKBAL ile de görüştüğü de kaynaklarda zikredilir. 

1935 baharında Mehmet Akif Ersoy'un sağlığı bozulmaya başladı; sarılık, baş ağrısı, halsizlik ve sıtma belirtileri gösteriyordu.

Birkaç doktora göründü ve yapılan tetkiklerle siroz ve sıtma teşhisi kondu.

Tropikal Mısır sıcağından uzak, serin bir ortamda tedavi olması gerektiği için Haziran 1935'te Lübnan'a gitmeye karar verdi.

Burada hem tedavi gördü hem de dinlendi lakin sıtma nöbetleri devam ediyordu.

Bir ay sonra Antakya'dan öğretmen Ali İlmi Bey'in daveti üzerine Halep üzerinden Antakya'ya ulaştı.

Asi Nehri ve Toros dağlarına bakarak doğanın ve Türk kültürünün tadını çıkardı. 

Akif, burada hem tedavi oldu hem de moral buldu; Türk kültürüne duyduğu özlem giderildi.

Ancak Fransız işgali altındaki bölgeyi sürekli kontrol eden istihbarat nedeniyle takibata maruz kaldı. Eylül ortasında Mısır'a dönmek zorunda kaldı.

Mehmet Akif, Antakya seyahatini İstanbul'a yazdığı mektupta anlatmış ve misafirperverlikten duyduğu memnuniyeti ifade etmiştir aynı zamanda.

Akif'in Mısır'daki en yakın dostu Abdülvehhâb Azzam'dı. Azzam, Akif'in şiirlerini Arapçaya çevirerek İslam dünyasına tanıttı.

Bir başka dostu da Abbas Halim Paşa idi; Paşa'nın vefatı, Âkif'i ikinci kez yetim bıraktı. Buna rağmen Mısır'da sevilen, saygı duyulan bir şairdi.

Piramitlerde dostlarıyla yaptığı yürüyüşler, Ezherli talebelerle yaptığı ders halkaları onun hayata tutunduğu nadir anlar oldu.

Ama neşe kısa sürer, hüznü uzun olurdu. Yaz geldiğinde herkes şehir dışına çekilir, Âkif yine Hilvan'da tek başına kalırdı.

Akif'in her mektubu memleket hasreti kokar. Kırgınlığı büyüktür; ama yine de devlete isyan etmez, millete sitem etmez…

1936'da hastalığı ilerleyince doktorlar İstanbul'un havasını tavsiye ettiler.

Sonunda üç beş valizle, yıllar önce ayrıldığı vatanına döndü.

Bu dönüş, bir kavuşmadan ziyade ağır bir hesaplaşmanın başlangıcı gibiydi.

Yıllarca hasretle beklediği topraklara adım attığında, kendisini karşılayan ne devlet erkânı, ne de bir zamanlar omuz omuza yürüdüğü siyaset arkadaşları vardı.

Hava soğuk, şehir kalabalık, fakat kalabalığın içinde tanıyan bakışlar pek azdı. Buna rağmen, kaderin ilginç cilvesi, o günlerde onu anlayanlar devlet ricalinden değil, üniversite sıralarında yetişen gençlerden çıkacaktı.

İstanbul'a döndüğü gün, Beyoğlu'nun ara sokaklarında haberi yayılmış; bir grup üniversite öğrencisi "Âkif geldi!" diye sevinçle kapısına koşmuştu.

Bu gençler için Âkif, bir şiir yazarı değil; mücadele ve şahsiyet timsaliydi. Onu karşılamaya gelenlerin heyecanı, yorgun ve hasta şairin gözlerinde yıllardır görünmeyen bir ışıltı doğurdu.

Fakat bu kısa sevinç, çabuk kayboldu. Mehmet Akif, İstanbul'a döndüğünde ağır hasta idi; verem ciğerlerini kavuruyor, vücudu günden güne. zayıflıyordu.

Hastalığının ilerlemesine rağmen en zor gelen şey, devlet daireleri onun dönüşünü kayıtlarına bile not düşmemiş; gazeteler adını anmamıştı.

Ama o, âdeti olduğu üzere, asıl muhasebeyi sessizliğin içinde yapıyor, kaderine şikâyet etmiyor, kendine biçilen bu yalnızlığı asaletle taşıyordu.

İstanbul'a yerleştiği Mısır Apartmanı'nın ikinci katındaki küçük odası, onun son aylarının ezberlenmiş mekânı oldu.

Buraya gelen gençler, kimi zaman kapıda nöbet tutar, kimi zaman içeri girip yaşlı şairle sohbet ederlerdi.

Âkif, nefesi elverdiğinde onlara Safahat'tan beyitler okur, İslam dünyasının geleceği üzerine fikirlerini paylaşırdı.

Gençlerin gözlerinde gördüğü umut, belki de onun ömrünün son aylarında tutunduğu tek dal olmuştu.

O, milletin büyük kısmından beklediği vefayı, hiç tanımadığı bu çocukların yüreğinde bulmuştu.

Bu günlerde en çok konuşulan meselelerden biri, İstiklâl Marşı meselesiydi.

1930'lu yıllarda devlet, marşı yeniden yazdırmak niyetindeydi. Akif'in kulağına kadar bu haber geldi.  İrkildi ve yatağından doğrularak,"Allah bu millete bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın" dedi.
Bu haykırış aslında bir ömrün hem özeti hem de duasıydı. Öyle de oldu.

Hastalığı ağırlaştıkça, Mısır Apartmanı'ndaki odası bir tür ziyaretgâha dönüşmüştü.

Üniversite gençleri kapısını çalıyor, kimi zaman doktorlar getiriyor, kimi zaman yazarlar ve fikir adamlarıyla ona moral vermeye çalışıyorlardı. 

27 Aralık 1936 gecesi, saatler akşamı çoktan devirmişken, yanındakilere hafif bir tebessümle baktı ve nefesi yavaşça sükuta dönüştü.

Son anlarında bile, kalbinde ne bir öfke, ne bir sitem vardı.

Vefatının ertesi günü herhangi bir resmî tören düzenlenmedi.

Fakat gençler, bu vefasızlığın karşısında büyük bir vakar göstererek onu omuzlarında taşıdılar.

Meşrutiyet Caddesi'nden Edirnekapı'ya kadar uzanan cenaze alayı, devletin hazırlamadığı merasimi milletin kendi eliyle kurduğu bir vefa destanına dönüştürdü.

Mehmet Âkif'in cenaze günü, İstanbul'un üzerinde sadece bir şairin değil, bir vicdanın da uğurlandığına dair derin bir hüzün vardı.

Üniversite talebeleri, tabutunun üzerine büyük bir Türk bayrağı sererek onun hayatı boyunca taşıdığı idealin sembolünü ona veda hediyesi olarak sundular.

Bu manzara, yıllarca yok sayılan bir şairin milletin kalbinde hâlâ dimdik durduğunun ispatıydı.

Bugün, o son yürüyüşün fotoğraflarına bakan herkes bilir ki, Âkif'in Mısır yılları ne kadar acıysa, İstanbul'daki son günleri de o kadar onurludur.

O, hayata kırılarak veda etti; fakat milletine onur bırakarak. Çünkü büyük insanlar çoğu zaman hayatları boyunca anlaşılmasa da, sessizce ayrıldıkları gün, asıl yerlerinin milletin kalbi olduğunu herkese hatırlatırlar.

Âkif'in Mısır yılları, sadece bir sürgün hikâyesi değildir; bir vicdanın, devrinden kovulmasının hikâyesidir.

O, hiçbir zaman inkılâplarla hesaplaşmadı, kırılgan bir ruha sahip olduğundan kavga etmeyi değil, susup çekilmeyi tercih etti.

Yine bugün anlıyoruz ki Mehmet Âkif'in Mısır'a gidişi bir kaçış değil, bir duruştu. Bir onur muhafazasıydı. Zira bazen kalmak teslimiyettir, gitmek ise direniş.

Bu millet, ancak çok sonradan, yıllar geçtikçe fark etti onun ne büyük bir hazine olduğunu. 

SÖZÜN ÖZÜ CANLAR…
Mehmet Âkif'in Mısır yılları, bir şairin unutuluşu değil; bir milletin kendi vicdanını unuttuğu dönemdir.

O ise bu yıllarda bile milletine darılmadı; yalnızca kırıldı.

Gurbet, onun ruhunda sükûtun bir başka biçimi oldu. Ne var ki vefatıyla birlikte o sükût, milletin kalbinde yeniden bir çağlayana dönüştü.

Bugün geriye dönüp baktığımızda şu hakikati görüyoruz. Mehmet Âkif, Mısır'a değil, kalbinin en emin yerine çekilmişti.

Onu manen baskı ile sürgün edenler eski içişleri bakanları Recep Peker/Şükrü Kaya unutuldular fakat Âkif'in sesini bu aziz bu ferasetli millet hiç unutmadı.

Çok sevdiğini" söylediği Hz. Peygamberimizin (s.a.v.) vefatı yaşında, yani altmış üç yaşında vefat etti.

Hasta iken öleceğini hissetmiş olacak ki:
"Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağını,
Bana çok görme İlâhi bîr avuç toprağını!.." mısralarını yazmıştı.

Ondan geriye hüzün, yoksulluk, bir kat esvap, bir mavzer tüfeği ve istiklâl madalyası kalmıştır.

Bugün 27 Aralık…İstiklal Şairimiz Mehmet Akif Ersoy'u vefatının seneidevriyesinde rahmet ve şükranla yad ediyoruz.Nezd-i ilahi de makamı âli olsun inşallah.

İstiklal marşımızın yazarı milli şairimiz, özüme özdeş M.Akif ERSOY'un dik duruşu ve mücadele azmi hepimize örnek olsun. Rabbim mekanını cennet eylesin.

Meram Bağları'ndan;
SEVGİLER🌹🇹🇷🌹

27 Aralık 2025

Taş Medreseli Tarih Öğretmeni:
Ali KUZENCİK




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —