Haber Editörü

Selver GEDİKBAŞ GEDİKBAŞ

ramazandurmus44@gmail.com

"...Anılmakla hangi ruh olmaz ki sarhoş"

Bugün 11 Aralık Atsız Hocanın vefat tarihi… Allah rahmet eylesin… Nezd-i İlahi’de makamı âli olsun inşallah.

GÜNDEM 11.12.2022 13:11:00 0

Ali KUZENCİK yazdı 

Rahmetli H.Nihal ATSIZ Hocamız 
der ki;

“İnsanlar mizah ve şaka yapabilirler. 
Fakat bazı konular vardır ki onlar asla şakaya gelmez. Orada ciddi olmak insanlık borcudur..

-Bayrakla alay edemezsin.
-Milli tarihle eğlenemezsin.
-Kuran-ı Kerim’i ve ahiret hayatını mizah konusu yapamazsın.
-Aile namusunu hiçe sayamazsın.

Bunlar milli mukaddesattandır.
Milli mukaddesatı olmayan millet, 
millet değil hayvan sürüsüdür.!”

…Ve ATSIZ Hoca devam eder,
der ki;

“Millet ve Vatan haini olmak için, mutlaka askeri sırları çalarak düşmana satmak icap etmez. Kendi milletinin düşmanlarına hayranlık beslemek, kültür ve mazisini inkar etmekte hainliktir.!”

Bugün 11 Aralık 
Atsız Hocanın vefat tarihi…

Allah rahmet eylesin…
Nezd-i İlahi’de makamı âli olsun inşallah.

Şahsiyetimizin , kimliğimizin şekillenip köşelenmesinde etkili olan önemli bir zat-ı muhteremdi. Rabb'im rahmet eyleye.

"Vaktiyle bir Atsız varmış derlerse ne hoş
 Anılmakla hangi ruh olmaz ki sarhoş"

“Türkçülük Türk Milliyetçiliğidir. 
Ona düşmanlık ancak Türk Milletinin düşmanlarına yakışır bir davranıştır.”

"Fahişeler vardır, namustan bahseder. Kanaatini ve kalemini satmışlar vardır, vicdandan dem vurur. Vurguncular vardır, ağızlarından fazîlet sözü düşmez. Çifte pasaportlular vardır vatan diye haykırır. Palikaryalar vardır, kahramanlık iddia eder. Bazı iyi niyet sahipleri de bunların hepsine inanır. Gel de bu insanların arasında huzur içinde yaşa."

Romanları, hikayeleri, şiirleri ve ilmi yazıları, makaleleri ve dergiciliği ile ömrünü Türklüğe adamış bir ülkü adamı. Özü sözü bir, haysiyetli, aydın bir şahsiyet...

ATSIZ HOCA, M.AKİF İÇİN DER Kİ;

"Mehmet Akif'in İslamcı olmasını kusur diye öne sürüyorlar. İslamcılık dünün en kuvvetli seciyesi ve en yüksek ülküsü idi. Bugünkü Türkçülük ne ise dünkü İslamcılık da o idi.

Esasen İslamcılık Osmanlı Türklerinin milli mefküresiydi. On dördüncü asırdan beri Türklerden başka hiçbir Müslüman millet, ne Araplar, ne Acemler, ne de Hintliler İslamcılık mefküresi gütmüş değillerdir.

Bir Osmanlı şairi olan Akif'te milli mefkure kemaline ermiş, fakat yeni bir milli mefkurenin doğuş zamanına rastladığı için geri ve aykırı görünmüştür.

Mazide yaşayanların fikir ve mefküreleri bize aykırı gelse bile onları zaman ve mekan şartları içinde mütalea ettiğimiz zaman haklarını teslim etmemek küçüklüğüne düşmemeliyiz.”

Hüseyin Nihal ATSIZ
(Kızılelma, 1947, Sayı: 9)

Muhteşem tahlil…
Her iki büyüğümüzü de rahmet ve minnetle anıyorum.Aziz Ruhları şad mekanları cennet olsun inşallah.

İslamcılık…Müslüman Türk münevverinin Osmanlı Devletini “Hasta adamlıktan” çıkarıp  ayağa kaldırmak eski ihtişamlı günlerine götürmek için ortaya koydukları bir düşüncedir. Ama istenilen netice alınmamıştır.

Balkanlarda Müslüman Arnavutlar Orta Doğu’da Müslüman Araplar İngilizlerin kışkırtmaları ile isyan etmişlerdir. Has duygularla ortaya konulan bu düşünce de sonuca ulaşamamış, başarı sağlayamamış, akim kalmıştır.

NİHAL ATSIZ HOCA’NIN,YAKINEN ŞAHİT OLDUĞU VE “TOPAL ASKER” ŞİİRİNİ YAZMASINA NEDEN OLAN...

İBRETLİK GERÇEK TARİHİ OLAY.

              
1915 yılının Aralık ayı. Kışın en şiddetli günleri. Türk Ordusu 37 yıldan beridir Rus ve Ermeni işgali altında bulunan Kars, Ardahan, Artvin ve Batum şehirlerini Rus ve Ermeni zulmünden kurtarmak için Doğu'ya sefer düzenler.

Enver Paşa komutasındaki Türk Ordusu Allahüekber Dağları'ndan aşarak düşman ordularını arkadan kuşatıp imha etmek istemektedir.

Öncü kuvvetler Sarıkamış, Selim ve Kars'ın yol güzergâhındaki köyleri gizlice seferber ederler. Türk Ordusu'nun harekete geçtiğini haber alan köylüler, Türk Ordusu'na yardım etmek için hummalı bir çalışmaya koyulurlar.

Hayvanlar kesip kavurma yapar, buğday kavurup kavurga, kavut hazırlar, uzun süre bayatlamayan lavaş ekmekler pişirir; çoraplar, kazaklar örer, keçe çarıklar dikerler.

Yıllardan beridir Ermenilerin ve Rusların baskı ve zulmünden canlarına yeten ve tahammül edemez duruma gelen bazı Türk gençleri ise Rusların, Ermenilerin tehdit ve takiplerine aldırmaksızın silahsız, donanımsız olarak köylerinden ayrılır, Türk Ordusuna katılmak için yollara düşerler.

Palasını beline bağlayıp, azığını sırtına alarak Türk Ordusu'na katılmak için yollara düşen gençlerden birisi de 
Ahmet Turan'dır.

Ahmet Turan, Kars'ın Derecik köyündendir. İki yıldır evlidir. Bir kızı vardır. Annesi, babası ve eşiyle vedalaşıp bir gece yarısı köyünden ayrılır.

Bütün Türk anne ve babalar artık 
evlatlarının Ermenilerle, Ruslarla mücadele etmelerine, onlara karşı savaşmalarına engel olmuyorlar, 
hiç bir eğitim almayan yavrularının 
cepheye koşmalarına ses çıkarmıyorlardır.

Çünkü yapacakları  başka şey kalmamıştı. Rusların fedailiğini yapan Taşnak ve Hınçak Ermenileri ve Rumlar gemi azıya almışlardı. Türklere yapmadıklarını bırakmıyorlardı.

Köyleri basıyorlar, insanları öldürüyorlar, mallarını yağmalıyorlar, kadınlarını kızlarını kaçırıyorlardı. Halk çâresizdi. Ya canlarından olacaklardı ya da sefil zelil yaşayacaklardı. Ölmeyi sefil ve zelil yaşamaya tercih ediyorlardı.

Ahmet Turan'ın da annesi ve babası 
ona engel olmamışlar, bilâkis ardından su serpmişler dualar etmişlerdi.

Ahmet Turan, Oltu önlerinde Türk Ordusu'na kavuşur. Ona destek kıtaların birisinde görev verilir. Ordu hareket halindedir.

Türk Ordusu,Aralık ayının son günlerinden Aşkale tarafından 
Allahüekber Dağı'na yönelir.

Çok zorlukla çıktıkları dağın üzerindeki platoda tipiye tutulurlar. Ordunun büyük bir bölümü donarak şehit olur. Sağ kalan askerlerden birisi Ahmet Turan'dır. 
Hatta birkaç askeri de donmaktan o kurtarmıştır. Komutanı o geceki gayretlerinden dolayı onu çok beğenir ve yanına alır.

Türk Ordusu, büyük bir talihsizlik olarak düşmanla savaşamadan iklimin azizliğine uğrar ve savaşamaz duruma gelir.

Büyük kayıplar veren Türk Ordusu Erzurum'a çekilir. Kısa süre sonra destek kıtalarından birkaçı Irak cephesine gönderilir.

Ahmet Turan da bu kıtalardan birisinin komutanının yaveri olarak Irak cephesindedir.

İngilizlere karşı savaşan 6. Türk Ordusu'na destek verirler. İngilizleri bozguna uğratırlar. Bir İngiliz tümenini generalleriyle birlikte esir alırlar.

Ne yazık ki;
Türk Ordusu bu cephede de 
Arapların azizliğine, daha doğrusu ihanetine uğrar. İngilizlerin bağımsızlık vaadlerine ve dağıttıkları altınlara aldanan Araplar Türk Ordusu'nu arkadan vururlar.

Bu amansız çatışmalarda Ahmet Turan bacağından yaralanır. İyi bir tedavi göremez. Yaraları iyileşir ama bacak kemiğinin eğri tutması sebebiyle ayağı garip bir görünüm alır. Topallayarak yürümektedir.

İki yıl kadar bu bölgede İngiliz-Hint ve aldatılmış Araplara karşı savaşırlar. Ne hazin ki Bağdat'ı Araplara bırakmak zorunda kalırlar.

O günlerde İstanbul'dan bir emir gelir. Destek kıtalarından birkaçı Galiçya'ya gidecektir. Ruslara karşı savaşan Türk kolordusuna katılacaklardır.

Ahmet Turan'ın içinde bulunduğu kıta da gidecektir. Komutanı onu götürmek istemez. Ahmet Turan, kıtasından ayrılmamak için komutanına yalvarır yakarır. Sonunda arzusuna kavuşur. 
Komutanı onu yine yanında götürür. 
Aylardan sonra Galiçya önlerindedirler.

İki yılı aşkın bir süre de bu bölgede bulunurlar. Almanlarla birlikte 
Ruslara karşı savaşılar. Zaman zaman çok zor durumlarda kalırlar.

Ahmet Turan birçok arkadaşını kaybeder. Birçok arkadaşı sakat kalır. Nice arkadaşı atılan bombaların altında parçalanıp meleklere katılır. Kendisi de bir kez daha yaralanır. Siperdeyken 
kafasına hedeflenen kurşun 
sakat bacağına saplanır.

Bir şarapnel parçası da burnunu, 
çenesini dağıtır. Yine iyi bir tedavi yapılamaz. Ayağı daha da eğri ve sakat kalır. Yüzü gözü tanınmaz olur.

Türkler bu cephede de Bulgarların hıyanetine uğrar ve perişan bir vaziyette çekilirler.

Birinci Dünya Savaşı sona ermiş, 
Türkler, Avusturya-Macaristan ve 
Almanya ile birlikte savaşı kaybederler. Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra İstanbul'a dönerler.

Askerler terhis edilir. 
Ahmet Turan da silahını teslim eder. 
Silahı ile birlikte ruhunu, canını bıraktığını zanneder. Kendisiyle özdeşleşen silahından ayrı yaşayamayacağını düşünür.

Düşmanları için göz dağı, kendisi için arkadaş, kardeş olan, güvendiği, 
dayandığı silahı artık onunla değildir. Bir değnek bulur, şimdiden geri ona dayanarak yürüyecektir.

Memleketine, köyüne dönmek istemektedir. Yedi yıldır köyünden, 
eşinden, çocuğundan, anne ve babasından haber alamamıştır. 
Onların hasretiyle buram buram yanmaktadır. Onlarla kucaklaşacağı anı, onlara savaş hatıralarını anlatacağı günü aramaktadır.

Topal bacağıyla kanatlanmış kuş gibidir. Uçmak istiyor, havalanıp köyüne konmak, yıllardır yolunu gözleyen eşine, çocuğuna ulaşmak istiyor.

Komutanı ülkesinin neresinde neler 
olduğunu iyi bilmektedir. 
Yunanlıların İzmir'i işgal ettiğini, 
İtalyanların Antalya'yı, Fransızların Kahramanmaraş'ı, İngilizlerin Adana'yı, Rus ve Ermenilerin doğu illerini aldıklarını biliyor.

Hatta Rus ve Ermenilerin 
Erzincan'dan Gümrü'ye kadar yol güzergâhındaki bütün Türk köylerini yaktıklarını, insanlarınıöldürdüklerini, 
bütün varlıklarını alıp götürdüklerini biliyordu.

Bu köyler arasında Ahmet Turan'ın köyünün de talan edildiğini ve 
bütün halkının samanlıklara doldurularak yakıldığını öğrenmişti.

Komutan, bütün bunları bildiği için 
Ahmet Turan'ı İstanbul'da alıkoymak istemektedir.

Yıllardır yanından ayırmadığı ve 
cepheden cepheye birlikte koştukları 
bu kahraman ve yiğit vatan evladını bırakmak istememektedir. Ancak bir türlü gerçekleri de ona
söyleyememektedir.

Ahmet Turan vedalaşmak için 
komutanının yanına gelir. Elini öpmek helallik almak ister. Komutanı elini öptürmek yerine o yaralı dağ parçası yiğidi kucaklar bağrına basar. Bir süre onu bırakmaz. Vücudunun büyük bir parçasının kopup gittiğini zanneder. 
Yüreği yanar, gözleri yaşarır ama 
Ahmet Turan'a hissettirmez. 
Kollarını çözüp bu defa omuzlarından tutup bir müddet yüzünü seyreder. İç cebinden bir kağıt çıkarır, üzerine bir şeyler yazar ve katlayıp Ahmet Turan'a uzatır ve ekler:

-Ahmetçiğim, adresimi yazdım. 
Sakın kaybetme. Memleketine, köyüne git. Bir müddet kal, hasret gider. Eğer sıkıntıya düşersen, iş güç bulamazsan dön, 
bana gel. Sana iş güç bulabilirim. 
Burada birlikte yaşarız.

Ardından yan cebinden çıkardığı 
birkaç kuruşu da Ahmet Turan'ın eline tutuşturur.

-Bu birkaç kuruşu da al, gereğin olur.

Ahmet Turan pusulayı alıp sürekli göğsünde taşıdığı hamailin arasına koyar. Parayı almak istemez. 
Komutanın ısrarı üzerine onu alır 
paltosunun iç cebine koyar. 
Teşekkür eder.

Ahmet Turan İstanbul'dan ayrılır. 
O artık Kars yolundadır. Eşine, annesine, çocuğuna, babasına gitmektedir. Köyden köye, şehirden şehire, o topal bacağı ile sürünüp yürümektedir. Kimi gün yaya, kimi gün rastladığı at arabalarına binerek kimi zaman at, katır kafilelerine katılarak aylardan sonra Kars'a ulaşır.

Şehir tanınmaz hâldedir.Sanki yedi yıl önce bıraktığı şehir gitmiş yerine başka bir şehir gelmiştir. Sözün gerçek anlamı ile harpten çıkmış bir şehir. Çarşıyı pazarı dolaşır bir tek tanıdık simaya rastlayamaz. İçinde ağır bir sıkıntı oluşur. Kalbi sıkışır.. Duman dolmuş bir aşhaneye girmiş gibidir.

Bir an önce şehirden çıkmak ister. 
Tenha bir bakkalda biraz şeker, çay ve şekerleme bulur, alır. Annesi, babası, eşi ve çocuğu için İstanbul'dan satın aldığı hediyelerin yanına kor ve bohçayı bağlayıp omuzuna atar. Köyün yolunu tutar.

Ata ocağı, yâr kucağı olan köyü, 
Kars'ın 10 km. doğusundadır. 
Normal bir insan iki saatte varır. 
Ancak Ahmet Turan topaldır, 
üç dört saatte ancak varacaktır.

Yol boyunca eşini, evlilik günlerini, 
kızı Elif'i, annesini, babasını düşünür. Elif'in şimdi sekiz yaşında güzel bir kız olduğunu hayâl eder.

Köyün yanıbaşındaki derin vadinin karşı kaşına varır. Oradan köy nispeten görülmektedir. Elindeki değneğe dayanıp biraz dinlenmek ve köyünü seyretmek ister.

Garip bir hava hisseder. 
Burnuna yanık kokuları gelir. 
Köyün camisinin ahşap minaresi, 
o güzelim ağaçlar, ağaç, direklerin başındaki leylek leylek yuvaları, 
hiçbirisi görülmüyor.

Sanki köy yere gömülmüş. Bir şeyler göremez. Ortalıkta kimseler de yoktur. Herkes yaylaya gitmiş gibi. 
Oysa yayla mevsimi değil. Bir anlam veremez. Yerinde duramaz, kafası, beyni uğuldamaktadır.

Aklına çok garip şeyler gelir. 
Bir solukta vadinin dibine iner ve 
karşı yamaca tırmanmaya başlar. 
Kocaman yokuşu nasıl çıktığını bilemez.

Vadinin diğer kaşına çıktığında 
köyün tamamını karşısında bulur. 
Acı gerçekle yüz yüze gelir. 
Dünyası yıkılır. Köy baştan başa yakılmıştır. Kimse yoktur. Bütün evler yerle bir olmuştur. Donakalır.

Birden kendi evine doğru koşar. 
Bütün köy evleri gibi onun evi de yakılıp yıkılmıştır. Ahmet Turan'ın vücudu çözülür. Kolu kanadı yanına düşer. Dökülüp dağılacak gibidir. 
Bohça omzundan yere düşer.

Ayakta duramaz. Takati kesişir. 
Bir taşın üzerine yığılır. Ellerini değneğine, alnını da ellerinin üzerine dayayıp donup kalır. 
Gözlerinin yaşı yerleri ıslatmaktadır.

Başından geçenler gözlerinin önünden geçer. Komutanının sözlerinin hatırlar. Adresini ona niçin ısrarlar verdiğini o anda anlar.

Bir müddet yanıp kavrulduktan sonra kalkıp yakılıp yıkılan 
evlerin arasında dolaşır. 
Köyün kenarındaki mezarlığa varır. Alelâde yapılmış mezarları görür. 
Ölülerin, kimseler tarafından toplanıp gömüldüğünü anlamakta gecikmez. Çünkü birçok cephede defalarca bu işi kendisi de yapmıştı. 
Mezarların toprağına yüzünü sürer, 
ağlar.

Fatihalar okuyup ruhlarına bağışlar. 
Yanıp kül olan annesinin, babasının, eşinin, çocuğunun, hısım akrabalarının, ellerini yüzlerini öpmeyi umarken küllerini, topraklarını öpmek durumunda kalır.

Geceye kalmadan köyden ayrılır. 
Yola iner, Kars'a gitmekte olan bir at arabasına biner. Arabacı, epey ötede bulunan Subatan köyünün Ermeni katliamından kurtulan sakinlerinden birisidir. Tanışırlar. Ahmet Turan, köylerinin ve köylülerinin başına gelenleri sorar. Adam, içi sızlayarak anlatır.

Kâzım Karabekir Paşa'nın ordusunun Erzurum'a geldiğini öğrenen Ermenilerin Kars ve çevresinden katliama başladıklarını, Derecik Köyü'nün 671 sakinini samanlıklara doldurup, gazyağı, benzin dökerek yaktıklarını, kaçmaya çalışanları ise balta, kılıç ve yaylım ateşi ile öldürdüklerini, 671 kişiden sadece 11 kişinin kurtulabildiğini, bütün bu bölgedeki köyleri aynı şekilde yakıp yıktıklarını, talan ettiklerini göz yaşlarını boğularak söyler.

Ahmet Turan durumu bütün açıklığı ile öğrenir. Artık Kars'ta durmanın 
yersiz olduğunu anlar. Arabacıdan ayrılırken düşürdüğü bohçayı hatırlar. Arabacıya köyünün girişinde bıraktığı bohçayı almasını içindekileri ihtiyacı olanlara dağıtmasını rica eder.

Tekrar yollara düşer. Aynı yollardan 
aynı sıkıntı ve engellerle karşılaşarak aylardan sonra İstanbul'a ulaşır.

Komutanın adresi Avrupa yakasındadır. Yolcu vapuruna binerek karşı tarafa geçmek ister. 
Rıhtımın, güvertenin tutacaklarına tutunarak güçlükle vapura biner. 
Vapur fazla kalabalık değil.

Kimsenin oturmadığı büyük bir banka sendeleyip tutunarak oturur. 
Perişan hâldedir. Vücudu ve ruh hâli 
ülkesinin durumu gibidir. Saçı sakalı birbirine karışmış, avurtları çökmüş, 
çenesinin eğriliği ve yüzündeki derin yara izleri çehresini garip bir görünüme sokmuştur. Ayağının topallığı ise yürek yakmaktadır.

Karşı tarafta birkaç kadın ve yetişkin 
bir kız oturmaktadır. Bunlar Ahmet Turan'ı seyretmektedirler. Onun yedi yıldır sırtından çıkaramadığı parça parça olmuş paltosuna , şalvarının 
uyumsuz çarpık yamalarına,
yüzünün yamukluğuna ve eğik bükük topal ayağına bakıp durmaktadırlar.

Aralarındaki, dış görünüşü ve 
tavırlarıyla yabancıyı andıran 
bakımlı ve alımlı kız, Ahmet Turan'a 
bakıp bakıp güler. Ahmet Turan 
bu durumdan çok müteesir olur.

Yıllardır onlar için savaştığı insanlardan ilgi, sevgi beklerden böyle bir tavırlar karşılaşması onu perişan eder. Kalkıp oradan uzaklaşır. Güvertenin en kenarından bir direğe tutunup denizi ve uzakları seyre dalar.

Kendisine karşı yapılan bu hakarete bir anlam veremez. Aklına, bir arkadaşının geçende anlattıkları gelir. İşgal kuvvetleri komutanı Fransız generali İstanbul'a girerken bazı İstanbullu kızlar, kadınlar Fransız ve İngiliz askerlerine 
çiçekler atmış. Onlara pasta çörek ikram etmişler.

Acaba bu kadın ve kızlar da onlardan mıdır diye aklından geçirir. Şaşkın vaziyettedir. Vatanında kendisini garip hissetmektedir. Herkese küsmüş gibi kimsenin yüzüne bakmaz.

Vapurdan inip epey uzaklaştıktan sonra hamailin içerisinden adresi çıkarır ve rastladığı kimselere sora sora komutanının evine varır. Kucaklaşırlar. Gözyaşları birbirine karışır. Ahmet Turan çocuk gibi ağlamaktadır. Hıçkıra hıçkıra, içini çeke çeke dakikalarca ağlar, 
anlatır.

O sırada komutanın arkadaşlarından 
Mehmet Nail Bey'in oğlu askerî tıbbiye öğrencisi Hüseyin Nihâl olayı seyretmekte anlatılanları dinlemektedir.

Hüseyin Nihâl, bu fedâkar ve kahraman Türk gazisine yapılan densizliğe çok üzülür ve gençlik heyecanını da katarak Ahmet Turan'ın ağzından o arsız kıza bir şiirle cevap verir:

         TOPAL ASKER

Ey saçları “alagarson” kesik hanım kız!
Gülme öyle bana bakıp sen arsız arsız!
Bacağımla alay etme pek topal diye.
Bir sorsana o topallık nerden hediye ?

Sen Şişli’de dansederken her gece, gündüz
Biz ötede ne ovalar, çaylar, ne dümdüz
Yaylaları geçtik, karlı dağları aştık;
Siz salonda dansederken bizler savaştık.

Ey dudağı kanım gibi kıpkırmızı kız,
Gülme öyle bana bakıp sen arsız arsız!
Olan işler dimağını azıcık yorsun!
Biliyorum elbisemle eğleniyorsun;

Biliyorum baldırını o kadar nazla
Örten bir tek ipek çorap kıymetçe fazla
Benim bütün elbisemden… Hatta kendimden…
Biliyorum: Çünkü bugün şu dünyada ben

Neyim? Bir hiç… işe güce yaramaz, topal…
Sen sağlamsın senin hakkın dünyadan zevk al:
Çünkü orda düşmanlarla boğuşurken biz
Siz muhteşem salonlarda şarap içtiniz!

Ey gözünün rengi bana yabancı güzel,
Her yolcunun uğradığı ey hancı güzel!
Sen yabancı kucaklarda yaşarken her gün
Yapıyorduk bizde kanla, barutla düğün.

Sen o sıcak odalarda cilveli, mahmur
Dolaşırken… Biz de tipi, fırtına, yağmur,
Kar altında kanlar döktük, canlar yıprattık;
Aç yaşadık, susuz kaldık, taşlarda yattık

Sen açılmış bir bahardın, biz kara kıştık;
Bizden üstün ordularla böyle çarpıştık…
Gülme bana bakıp pek arsız arsız
Sen ey dışı güzel, fakat içi çamur kız!

Sana karşı haykıranı mecbursun dinle;
Bugün hesap göreceğiz artık seninle:
Ben cephede geberirken, geride vatan
Aşkı ile bin belalı işe can atan

Anam, babam, karım, kızım eziliyorken
Dağlar kadar yük altında… Gel, cevap ver, sen
Bana anlat, anlat bana, siz ne yaptınız?
Köpek gibi oynaştınız, fuhşa taptınız!

Anavatan boğulurken kıpkızıl kanda
Yalnız gönül verdiniz siz zevke, cazbanda…
Ey nankör kız, ey fahişe unutma şunu:
Sizin için harbederken yedim kurşunu.

Onun için topal kaldı böyle bacağım,
Onun için tütmez oldu artık ocağım.
Nazlı nazlı yatıyorken sen yataklarda
Sallanarak ölü kaldık biz bataklarda.

Kalbur oldu süngülerle çelik bağrımız,
Bu amansız boğuşmada öldü yarımız,
Ya siz nasıl yaşadınız? Bizim kanımız
Size şarap oldu sanki… Şehit canımız

Güya sizin mezenizdi! Yiyip içtiniz;
Zıpladınız, kudurdunuz arsız, edepsiz!…
Gerçi salonlarda “yıldız” dı senin adın,
Hakkikatte fahişesin ey alçak kadın!

Ey allıklı ve düzgünlü yosma bil şunu:
Bütün millet öğrenmiştir senin fuhşunu.
Omuzunda neden seni fuzuli çeksin?
Kinimizin şiddetiyle gebereceksin!..

Gök Bilge Nihal ATSIZ

11-Aralık-2022
Tarih Öğretmeni
Ali KUZENCİK

Anahtar Kelimeler: "...Anılmakla hangi olmaz sarhoş"
Haberi Sesli Oku

YAZARLAR