Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Konya Milletvekili Konur Alp Koçak, İsrail saldırılarının ulaştığı ülkelerden biri Lübnan'ın barış ve istikrarının sadece bu ülkenin değil tüm bölgenin ortak meselesi olarak görülmesi gerektiğini söyledi.
MHP Konya Milletvekili Konur Alp Koçak "İsrail'in pervasızlığı artık herhangi bir ülkenin saldırganlığı olmaktan çıkmış, bölgesel ve küresel bir tehdit hâlini almıştır' dedi.
Lübnan'daki Birleşmiş Milletler Barışı Koruma Misyonu'nun dahi İsrail'in saldırılarına maruz kaldığını hatırlatan Koçak, şunları kaydetti:
“Dahası, soykırımcı Netanyahu BM misyonunu Lübnan'ın güneyinden çekilmesi için açıkça tehdit etmiş, İsrail tankları Birleşmiş Milletler mevzilerine girerek birçok asker ve personelin yaralanmasına sebebiyet vermiştir. Bu durum, söz konusu misyonun İsrail'in hedefinde olduğunu ve daha fazla desteklenmesi gerektiğini göstermiştir. Ne yazık ki uluslararası sistemin çifte standartlı yapısı mazlumun değil, zalimin yanında durmaktadır. Unutulmamalıdır ki Türk milleti tarih boyunca zalime karşı durmuş, mazluma kol kanat germiştir. Türkiye'nin Lübnan'daki varlığı da işte bu tarihi ve insani sorumluluğun somut bir tezahürüdür.”
Lübnan'daki Birleşmiş Milletler Geçici Görev Gücünde görevli Türk Silahlı Kuvvetleri unsurlarının görev süresinin uzatılmasına dair Cumhurbaşkanlığı Tezkeresi hakkındaki görüşlerimizi paylaşmak üzere Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına söz alan Konya Milletvekili Konur Alp Koçak şunları söyledi:
"Öncelikle, gündemdeki konu barışı koruma misyonları olduğu için kısa bir hatırlatmayla başlamak istiyorum. "Barışı koruma" kavramı ilk kez Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 29 Mayıs 1948 tarihli kararıyla uluslararası literatüre girmiştir. Arap-İsrail Savaşı sonrasında Birleşmiş Milletler ara buluculuğunda varılan ateşkesin uygulanmasını izlemek ve ihlalleri raporlamak amacıyla kurulan Birleşmiş Milletler Ateşkes Denetim Örgütü tarihteki ilk barışı koruma misyonu olmuştur. Bundan da anlaşılacağı üzere, yaklaşık seksen yıl önce temelleri atılan barışı koruma misyonlarının ortaya çıkışının temel sebebi o dönemde de var olan İsrail saldırganlığı olmuştur. Bir başka ifadeyle eğer bugün "barışı koruma misyonu" diye bir kavram var ise bunun nedeni ve başlangıç noktası 1948 ateşkesini ihlal eden İsrail'in, uluslararası hukuku ve diplomasiyi hiçe sayan eylemleri olmuştur. Dolayısıyla "Barışı koruma misyonlarının tarihî aslında İsrail kaynaklı saldırıların bir sonucudur." demek kesinlikle yanlış olmayacaktır. Bu misyonlar İsrail'in süreklilik arz eden saldırganlığının gölgesinde şekillenerek günümüze kadar gelmiştir.
Lübnan'daki Birleşmiş Milletler Geçici Görev Gücü de buna benzer bir şekilde 1978 yılında İsrail'in Güney Lübnan'ı işgali sonrasında teşkil ettirilmiştir. Temel görevi İsrail'in Lübnan'ın güneyinden çekilmesini denetlemek, uluslararası barış ve güvenliği temin etmek ve Lübnan'ın ülkenin güney bölgesinde otoritesini yeniden tesis etmesi olarak belirlenen söz konusu görev gücünün bu yetki ve sorumlulukları yine İsrail'in yine Lübnan'a bu sefer 2006'da başlattığı savaşın ardından başka bir Güvenlik Konseyi kararıyla daha da genişletilmiştir.
Türkiye, 47 ülkeden yaklaşık 10.500 personelle Lübnan'ın barış ve istikrarı için hizmet eden söz konusu görev gücüne en başından beri katkı sunmuştur. Birleşmiş Milletler tarafından görev gücünün süresi uzatıldıkça Türkiye de bu misyona askerî, siyasi ve insani katkılarını devam ettirmiştir. Misyonun süresi Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 28 Ağustos 2025 tarihli kararıyla 31 Aralık 2026 tarihinde nihayete ermek üzere ve son kez uzatılmıştır. Misyonun 2026 sonuna kadar devam edecek olması ve Türkiye'nin söz konusu misyonda bulunmasının bölgesel barış ve istikrar için önem arz etmesi TSK unsurlarının görev süresinin bir kez daha uzatılmasını gerekli kılmıştır.
Türkiye, Lübnan'la ikili ilişkilerin geliştirilmesine ve Lübnan'ın egemenliği, güvenliği ve istikrarına büyük önem atfetmektedir. Türkiye'nin ülkemizde tesis edilen barış, güven ve istikrar ortamını komşularımız başta olmak üzere bölgemizdeki tüm ülkeler için de arzu ettiği ve bu çerçevede her türlü sorumluluğu üstlenmekten imtina etmediği bir gerçektir. Türkiye'nin hangi isim altında, hangi amaç ve araçla yürütülürse yürütülsün terörü bölgemizdeki istikrarsızlığın temel sebeplerinden biri olarak gördüğü ve gerekmesi hâlinde sınır ötesi askerî operasyonlar da icra etmek suretiyle terörle mücadeleyi sürdürmeye azimli olduğu bilinmektedir.
Siyonist azgınlığın zirve yaptığı bir dönemde, tüm dünyanın gözü önünde soykırımın yaşandığı bu coğrafyada İsrail saldırılarının ulaştığı ülkelerden biri olan Lübnan'ın barış ve istikrarı sadece Lübnan'ın değil, tüm bölgenin ortak meselesi olarak görülmelidir. Nitekim, Türkiye'ye dahi parmak sallama cüreti gösteren gözü dönmüş İsrail'in insanlıktan nasibini almamış Başbakanı Netanyahu Gazze'de varılan ateşkes anlaşmasına rağmen masum sivilleri katletmeye devam etmektedir. İsrail kaynaklı tehditlerle şekillenen bölgesel konjonktür sadece Lübnan'ın değil Filistin'in, Suriye'nin ve hatta bütün Orta Doğu'nun geleceğini etkileyen bir kırılma noktasını işaret etmektedir. İsrail'in Gazze'de sürdürdüğü saldırılar soykırım seviyesine ulaşmış, tarihin en büyük, en acıklı trajedilerinden birine dönüşmüştür. Kadın, çocuk, yaşlı demeden 10 binlerce masum insanın hayatına kasteden bu vahşet uluslararası hukukun iflas ettiğini de gözler önüne sermiştir. Birleşmiş Milletler kararlarının ve uluslararası hukukun açık ihlaliyle yürütülen bu katliam sadece Gazze'de değil, Lübnan sınırında, Suriye topraklarında ve Kızıldeniz hattında da gerilimi artırmaktadır. İsrail'in pervasızlığı artık herhangi bir ülkenin saldırganlığı olmaktan çıkmış, bölgesel ve küresel bir tehdit hâlini almıştır. Bu tehdit sadece Filistinlilerin değil, Türkiye dâhil tüm bölge halklarının güvenliğini, istikrarını ve geleceğini tehdit etmektedir.
Hatırlatmak gerekir ki Lübnan'daki Birleşmiş Milletler barışı koruma misyonu dahi İsrail'in saldırılarına maruz kalmıştır. Dahası, soykırımcı Netanyahu BM misyonunu Lübnan'ın güneyinden çekilmesi için açıkça tehdit etmiş, İsrail tankları Birleşmiş Milletler mevzilerine girerek birçok asker ve personelin yaralanmasına sebebiyet vermiştir. Bu durum, söz konusu misyonun İsrail'in hedefinde olduğunu ve daha fazla desteklenmesi gerektiğini göstermiştir.
Ne yazık ki uluslararası sistemin çifte standartlı yapısı mazlumun değil, zalimin yanında durmaktadır. Batılı ülkeler "insan hakları" ve "hukukun üstünlüğü" kavramlarını dilinden düşürmezken Gazze'de yaşanan soykırıma karşı kör, sağır ve dilsiz kalmaktadır. Aynı ikiyüzlülük Suriye'nin kuzeyinde terör örgütlerine verilen desteğin sürdürülmesinde de kendini göstermektedir. Türkiye'nin güvenliğiyle doğrudan bağlantılı olan bu bölgelerde terör örgütlerinin silahlandırılması huzur ve istikrarın önündeki en büyük engellerden biridir. Maalesef bölgemizde adaletin ve barışın sesi kısılmış, zulmün ve kargaşanın sesi yükselmiştir. Unutulmamalıdır ki Türk milleti tarih boyunca zalime karşı durmuş, mazluma kol kanat germiştir. Türkiye'nin Lübnan'daki varlığı da işte bu tarihî ve insani sorumluluğun somut bir tezahürüdür. İnanıyoruz ki bölgesel barış ve istikrar hakkaniyetle, adaletle ve insanlık değerleriyle yeniden inşa edilebilecektir. İnanıyoruz ki İsrail denen haydut devletin sesi kısılacak, kolu kanadı er geç kırılacak ve bölgemizde barış bir gün mutlaka kalıcı hâle gelecektir.
Milliyetçi Hareket Partisinin dış politika anlayışı uluslararası hukuk, adalet ve barış eksenli ilke ve esaslar çerçevesinde belirlenmiştir. Bize göre Türkiye'nin uluslararası alanda daha kudretli ve daha itibarlı olmasını engelleyecek, bölgemizde lider ülke olma ülkümüze ve küresel ölçekte bir aktör hâline gelmemize mâni olabilecek hiçbir güç bulunmamaktadır. Ne Gazze'deki zalimlikleriyle bir terör devletine dönüştüğü ifşa olan İsrail'in ne de İsrail ve yandaşlarının kışkırtmalarıyla sayısız insanlık suçunun faili olan eli kanlı terör örgütlerinin Türkiye'nin hem sınırlarımız dâhilinde hem de ötesinde inşa etmeye çalıştığı kalıcı barış, huzur ve istikrar ortamını bertaraf etmesi mümkün olamayacaktır. Nitekim, Genel Başkanımız Sayın Devlet Bahçeli'nin de ifade ettiği gibi, Türk milletinin tarihî misyonu barışı, adaleti, vicdanı ve insanlık değerlerini yeryüzünde hâkim kılmaktır. Bu anlayışla partimiz, Türkiye'nin hem bölgesel hem de küresel meselelerde adaletin tarafında, zulmün karşısında olmasını kaçınılmaz bir millî sorumluluk olarak görmektedir.
Yine, Muhterem Genel Başkanımızın vurguladığı üzere, Milliyetçi Hareket Partisinin dış politika vizyonu güçlü Türkiye, güvenli bölge ve huzurlu dünya ilkesine dayanmaktadır. Bu vizyonun merkezinde, millî çıkarlarımızın sonuna kadar korunması, egemenliğimizin tavizsiz şekilde savunulması ve Türk milletinin uluslararası sistemde onurlu pozisyonunun tahkim edilmesi yer almaktadır. Bu bakımdan partimiz, Türkiye'nin çevresinde oluşan krizlere seyirci kalmayı değil, proaktif ve etkin diplomasinin yanı sıra, caydırıcı güçle hem sahada hem de masada var olmayı bir mecburiyet olarak görmektedir.
Türkiye, yeri geldiğinde -Lübnan'da olduğu gibi- barışın koruyucusu, yeri geldiğinde ise -Gazze'de olduğu gibi- hakkın savunucusu olmalı, her hâlükârda aziz Türk milletinin vakarına yaraşır bir duruş sergilemelidir. Dolayısıyla, bize göre, Türkiye'nin dış politikadaki en nihai amacı, yalnızca kendi güvenliğini değil, Türk ve İslam coğrafyasının huzurunu da teminat altına almak, dünyanın neresinde olursa olsun mazlum milletlerin yanında dimdik durmak olmalıdır. Bu çerçeveden bakıldığında, Türkiye'nin Lübnan'la sınırlı kalmayıp Mali, Sudan, Kongo, Kosova gibi daha birçok ülkede barışı koruma misyonlarına aktif katkı veriyor olması hem çok isabetli hem de takdire şayandır. Türkiye'nin bölgesinde ve ötesinde üstlendiği sorumluluklar bize göre sadece askerî bir görev değil, aynı zamanda medeniyetimizin adalet anlayışının, insanlık vicdanının ve Türk devlet aklının bir yansımasıdır.
Türk Silahlı Kuvvetlerinin yurt dışındaki varlığı mazluma umut, zalime uyarıdır. Biz biliyoruz ki yolu beklenen Türk askeri gittiği her coğrafyada işgalin değil, barışın, hakkın ve adaletin temsilcisi ve teminatı olmaktadır. Türkiye'nin uluslararası barış ve adaletin tesisi için Birleşmiş Milletler öncülüğündeki barışı tesis etmeyi ve korumayı amaçlayan çok taraflı misyonlara dâhil olması aynı zamanda, uluslararası sorumluluk üstlenme irademizin açık bir göstergesidir. Üstelik mevcut risk ve tehditler dikkate alındığında, millî savunma ve güvenliğimizin sınırlarımızın çok daha ötesinden başlatılması gerektiği kolaylıkla görülecektir. Dolayısıyla Beyrut'un, Golan'ın, Şam'ın, Kerkük ve Bağdat'ın güvenliği Hatay'ın, Urfa'nın, Konya'nın ya da İzmir'in güvenliğinden bağımsız düşünülmemelidir. Zira, bölgemizde hukuk tanımaz haydut bir devlet pervasızca bölge ülkelerine bir bir saldırmaktadır. Bu saldırganlığın durdurulabilmesi için Türkiye'nin yürüttüğü diplomatik temasların Gazze'de ateşkes ilanına katkı sunmuş olması da bizler için gurur vesilesi olmuştur.
Lübnan'ın coğrafi konumu dikkate alınırsa, Türkiye'nin barış gücü misyonundaki mevcudiyetinin Doğu Akdeniz'deki jeopolitik denge ve Kıbrıs meselesi bağlamında da ele alınması gerektiği anlaşılacaktır. Zira, Lübnan Doğu Akdeniz enerji havzasının ve deniz yetki alanı tartışmalarının merkezinde yer almaktadır. İsrail, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Yunanistan ve bazı Batılı ülkeler bu bölgeyi Türkiye'yi dışlayan bir jeopolitik kuşak hâline getirme gayreti içindedir. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin İsrail destekli mütecaviz tutumu bölgedeki barışı tehdit etmekte, Doğu Akdeniz'deki denge ve istikrarı açıkça hedef almaktadır. Rum Yönetimi ile İsrail arasında son yıllarda artan Türkiye karşıtlığı üzerinde temellendirilen ve geneli itibarıyla askerî mahiyet taşıyan iş birliği Doğu Akdeniz'de Türkiye karşıtı bir blok oluşturma amacını açıkça ortaya koymakta, bölgedeki barış ve istikrarın önünde büyük bir tehdit olarak durmaktadır. Türkiye karşısında bir cephe oluşturmaya kalkışan bu ülkeler enerji iş birlikleri bahanesiyle Türk milletinin ve Kıbrıs Türklerinin egemenlik haklarını gasbetmeye çalışmaktadır. Bu şartlar altında Türkiye'nin Lübnan ve Suriye'deki varlığı çok daha önemli hâle gelmektedir. Şüphe yok ki Doğu Akdeniz'de barış, istikrar ve enerji güvenliği ancak Türkiye'nin merkezinde yer aldığı çok taraflı bir dengeyle mümkün olabilecektir. Zira Türkiye bu coğrafyada ne seyirci ne de figürandır, bilakis, oyun kuran, denklemi belirleyen güçlü bir aktör olarak öne çıkmaktadır. Bunu bir türlü idrak edemeyen bazı devletler Türkiye'nin Lübnan'daki varlığından da hâliyle rahatsız olmaktadır. Bu yönüyle Türkiye'nin Lübnan'daki varlığı hem Doğu Akdeniz'deki deniz yetki alanı haklarımızın korunması hem de Kıbrıs Türklüğünün haklı davasına yönelik politikamızın stratejik tamamlayıcısı niteliğindedir. Türkiye bu bölgedeki gelişmeleri yerinden izleyebilen, gerektiğinde caydırıcı gücünü ve askerî reflekslerini devreye sokabilen bir konumda olmak zorundadır. Dolayısıyla, görüşmekte olduğumuz Cumhurbaşkanlığı tezkeresiyle Türk Silahlı Kuvvetleri unsurlarının Lübnan'daki görev süresinin uzatılması, Doğu Akdeniz'de Türkiye'nin hak ve menfaatlerini koruyan stratejik vizyonun doğal bir uzantısı olarak da değerlendirilmeli ve bu yönüyle de desteklenmelidir.
Sayın Genel Başkanımızın büyük önem atfettiği, yakından takip ettiği ve birçok kez çeşitli vesilelerle dile getirdiği bir hususu gündeminize getirmek istiyorum: Terörle mücadele esnasında yaralanmış olmasına rağmen maluliyet oranı yüzde 40'ın altında kaldığı gerekçesiyle gazilik ünvanı alamamış, hak ettikleri mali ve sosyal haklardan istifade edememiş, sayıları 20 bini aşan güvenlik güçleri mensuplarımızın makul ve haklı taleplerinin daha fazla gecikmeksizin karşılanması gerektiğini düşünüyor, bu çerçevede, yaralanma derecesine bakılmaksızın gazilik ünvanı ve şeref aylığıyla taltif edilmeleri gerektiğine inanıyoruz.
Bu vesileyle "ölürsem şehit, kalırsam gazi" şiarıyla vatan savunmasında canını ortaya koyan, bu uğurda şehit düşen kahramanlarımıza Yüce Allah'tan rahmet niyaz ediyor, gazilerimize huzur ve esenlik içinde uzun ömürler diliyorum."