Türklerde kültür ve medeniyetin, dolayısıyla devletin ve bekânın temel taşı her zaman aile olmuştur. Baba; evi kuran, ocağı yakan ve aileyi birleştiren, ailenin güçlü ekseni, evin direği olarak kabul edilir. Anne ise eski Türkçede “Ök” olarak bilinir ve bilgelik, akıl ile öğretimin kaynağıdır. Ocak, yalnızca ateşin yandığı bir mekân değil; soyun devamını, yuvanın kutsiyetini ve milletin sürekliliğini simgeleyen kutlu bir yapıdır.
Devlet düzeni de bu aile yapısından doğmuştur. Aile-soy-oba-boy hiyerarşisi, milleti bir bayrak altında toplamaya çalışan kağan için “aile”yi hazır bir asker kaynağı ve kamusal yükümlülük birimi haline getirmiştir. Kağan; devleti kuran, milleti besleyen ve birleştiren otoritedir. Aileyi muhafaza eden Töre ise devletin bekasının, adaletinin ve düzeninin teminatıdır. Türk milleti, aile ocağının sıcaklığında yetişen değerlerle devlet töresini harmanlamış; bu iki temel yapı sayesinde yüzyıllardır güçlü bir kültür ve medeniyet inşa etmiştir.
Fakat ne yazık ki bugün, Batılılaşma çabasının etkisi altında kalan aile kurumu, ciddi bir erozyon yaşıyor. Batı toplumlarında bir süredir evlilikler azalıyor, boşanmalar artıyor; bireysel yaşamı merkeze alan “önce ben” anlayışı, geleneksel aile yapısını çözerek çocuk sahibi olmayı dahi zorlaştırıyor. Ülküsüz, amaçsız yaşayan keyif ve tüketim toplumu, milletin ve devletin bekası için herhangi bir kaygı duymuyor.
Aynı tehlike Türkiye’nin de kapısında. Aile, milletin temel taşı olma vasfını yitirme riskiyle karşı karşıya. Sevgisizlik ve sevgiyi insandan diğer canlılara doğru yansıtma abartılı hamlelerle yaygınlaşıyor. Kedisine “bebeğim,” köpeğine “annem” diyen genç kız ve kadınların sayısı her geçen gün daha da artıyor.
Türk’e dair değerleri tankla, tüfekle yıkamayacağını anlayan Türk ve İslam düşmanı merkezlerin, bu kez kültürel ve dijital alanlarda nüfuz kurmaya yöneldiğini görmek zor değil. Aile kurumundaki bu çözülme artık sadece sosyolojik bir mesele olmaktan çıkmış, dijital kültürün ve küresel yönlendirmelerin etkisiyle daha derin ve sistematik bir dönüşüme dönüşmüştür. Dijital ortamlar, değer erozyonunu hızlandıran ve genç kuşakları geleneksel aile bağlarından uzaklaştıran yeni bir kuşatma alanı haline gelmiştir.
Dijital bağımlılık, gençlerimizi düşünmeyen, sorgulamayan ve üretemeyen bir nesle doğru itiyor. Asıl tehlike ise çok daha derin: Sanal ve hayali ekranların hayatı kuşatarak kültürümüzü, değerlerimizi, hatta varlık tasavvurumuzu şekillendirmesi… Gerçekliği çarpıtan bu yeni düzen, toplumsal hafızayı ve kültürel kimliği hedef alıyor.
Bugün ekranlarda karşımıza çıkan görüntülerin gerçekliğin kendisi değil, yalnızca bir temsili olduğunu biliyoruz. Fakat bu kopuşu artık olağan, hatta makul bir durum olarak kabullenir hâle geldik. Çocuklarımız gerçek bir kediye, köpeğe veya kuşa dokunmadan önce onların yapay görüntüleriyle tanışıyor. Hayatın kendisi yerine, hayatın simülasyonu toplumun yeni normali hâline geliyor. Bu da bireyi olduğu kadar toplumu da yönlendirmeyi, hatta sömürmeyi kolaylaştıran, sessiz fakat derin bir politik dönüşüm anlamı taşıyor.
Kendi toplumsal kimliğimizi kaybetmemek ve geleceğimizi korumak için, millî kültürümüzü oluşturan değerlerin izini sürmek, onlara sıkı sıkıya sarılmak, günden güne daha önemli hale geliyor. Çünkü biliniyor ki; kültürünü, medeniyetini, irfanını ve ahlakını kaybeden milletler, tarihin sert hesaplaşması karşısında kaçınılmaz bir çöküşe sürükleniyor.
Bu konuda “özgürlükçü” devrimin kalesi olan Fransa’nın ve yüz yıl önce dinsel değerlerle ciddi bir hesaplaşma yaşayan Rusya’nın yaşadığı bekâ sorunlarını yakından incelemek gerekiyor. Türkiye’nin batılılaşmaya daha yakın ve yatkın olan batı illeriyle, geleneksel aile yapısını muhafaza eden Doğu-Güneydoğu illeri ve Suriye’li mülteciler arasındaki nüfus artışı farkını hesaplamak bile Türkiye’nin geleceği konusunda bir fikir edinmemize yetiyor.
Aile ölünce millet de yaşamıyor!
