Dr. Ali GÜLER / TARİH

Tarih: 13.07.2022 23:54

ATATÜRK’ÜN SOSYAL AŞAĞILIK DUYGUSUNA BAKIŞI-2

Facebook Twitter Linked-in

Mustafa Kemal Atatürk, hayatı içerisinde farklı tarihlerde yaşadığı bazı olayları ve gözlemlerini 14 Eylül 1931 günü Dolmabahçe Sarayı balkonunda bir sohbet esnasında anlatmıştır. Anlattığı olayların bazıları lise yıllarında, bazıları da mesleki görevleri sırasında yaşanmıştır. Osmanlı Devleti’nde sosyal aşağılık duygusu içindeki yabancı hayranı aydınların durumlarını, içine düştükleri çaresizliği çok açık bir şekilde örneklendirmektedir. 

Yeni bir yüzyılın başında ve fakat emperyalistler tarafında paylaşılma sürecinin son çeyreğinde bulunan Osmanlı Devleti’nde milli bilinç ve Türklük ile ilgili toplumsal algının nasıl olduğunu da ortaya koyan Atatürk, bu konuşmasında, kendi milli benliğinin nasıl şekillendiğini anlatmaktadır. Konuşma bugün yaşadığımız ve tartıştığımız bazı temel konular bakımından da önemlidir:

“Bizim neslin gençlik yıllarına Osmanlılık telkin ve etkileri hâkimdi. İmparatorluk halkını meydana getiren Türk'ten başka uluslara, bu arada yanlış bir din anlayışıyla Araplara, sarayın ordu ve devlet ileri gelenleri arasında bulunan ırkdaşlarının etkisiyle Arnavutlara özel bir değer veriliyor, onlardan söz edilirken ‘kavm-i necip’ deyimi ile sıfatlandırılarak bu duygunun belirtilmesine çalışılıyor, memleketin sahibi ve devletin kurucusu olan biz Türkler, ikinci planda gelen önemsiz halk yığınları sayılıyordu.

Şair Mehmet Emin Yurdakul’un, ilk defa Manastır Askeri İdadisi’nde öğrenci iken okuduğum ‘Ben bir Türküm, dinim cinsim uludur’ mısraıyla başlayan manzumesinde, bana ulusal benliğimin gururunu tattıran ilk anlatımı bulmuştum. Fakat ben asıl bunu, orduya katıldığım ilk günlerde, bir Anadolu çocuğunun gözyaşlarında gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük, benim en derin kuvvet kaynağım, en engin övünç dayanağım oldu. Kendimi hiçbir zaman Osmanlılığın telkin ettiği başka ulusları öven ve Türklüğü aşağı gören eksiklik duygusuna kaptırmadım.

Bakınız nasıl oldu? Kurmaylık stajı için verildiğim (5 Şubat 1905) süvari alayı, Hayfa’da bulunuyordu. Kışla ile deniz arasında geniş bir talim alanı vardı ve piyade acemi eğitim devri yeni başlamıştı. Erleri bölgeden toplanmış Arap gençlerinden, öğretici kadro da tecrübeli ve Anadolulu kıta çavuşları olan Türk delikanlılarından kurulu idi. Katıldığım bölüğün alaydan yetişmiş, Makedonya Türklerinden, ileri yaşlı bir yüzbaşısı vardı. Erlere çavuşlar talim yaptırıyor, biz subaylar arada dolaşarak çalışmaları izliyor ve denetliyorduk. Yüzbaşı, çavuşlarına karşı sert davranıyor, yeni erlere karşı ise fazla şefkatli görünüyordu. Onların herhangi bir şekilde azarlanmasına, hırpalanmasına gönlü razı olamadığını ısrarla söylüyordu. Hâlbuki talimlerde, Türkçe bilmedikleri için, çavuşların söylediklerini iyi anlayamayan kimi erlerin yanlış hareketlerinin, zaman zaman çavuşların sabırlarını tükettiği, sertçe davranışlarına yol açtığı da oluyordu. 

Bir gün yüzbaşı, bu yolda hareketten kendini alıkoyamayan bir çavuşunu mimlemiş ve talimden dönüldükten sonra, birlikte oturduğumuz bölük komutanlığı odasına çağırmıştı. Takım komutanıyla birlikte gelerek yüzbaşısını saygıyla ve askerce selamlayan çavuş, yirmi beş yaşlarında dinç ve yakışıklı, ince bıyıklı, elmacık kemikleri fazla kabarık, uyanık bir Türk çocuğu idi. Yüzbaşı, onu ulusal onurunu ağır şekilde hançerleyen ‘… Türk!’ sözleriyle azarlamaya başlamıştı. ‘Sen nasıl olur da kavm-i necib-i Arab’a mensup, Peygamberimiz Efendimizin mübarek soyundan olan bu çocuklara sert davranır, ağır sözler söyler, onların kalbini kırarsın. Kendini bil, sen onların ayağına su bile dökmeye layık değilsin…’ gibi gittikçe manasızlaşan, fakat yaşlı yüzbaşının samimi inancından kuvvet alan sözlerle hakaret ediyor, gittikçe asabileşiyordu. 

Ben dikkatle çavuşun yüz ifadesini izliyordum. Başlangıçta üstünde bir babaya duyulan saygının içtenliği okunan çizgiler sertleşmeye, içten gelen haklı bir isyanın ateşleri gözlerinde okunmaya başlamıştı. Fakat gerçek itaatin simgesi olan her Türk askeri gibi bu da iç duygularını gemlemesini bildi. Sessizce göz pınarlarından dökülmeye başlayan yaş damlaları, yanaklarında birbirini kovalayarak bıyıkları üstünde toplanıyor ve kendini böylece yatıştırmaya çalışıyordu. 

Ben, bir taraftan üzgün ve sinirli, bu sahneyi seyreder ve söylenenleri dinlerken, bir yandan da içimde bir isyan duygusu şahlanıyor ve şöyle düşünüyordum: O erin bağlı olduğu kavim, birçok bakımdan necip olabilirdi. Fakat çavuşun, yüzbaşının ve benim bağlı olduğumuz kavmin de tarihleri şerefle dolduran büyük ve asil bir ulus olduğu da bir an şüphe götürmez bir gerçekti. Türklük hakkında o günkü görüş ise, doğrudan doğruya Türk aydınlarının kendi kendini bilmemesinden ve başka uluslarda şu veya bu sebeple üstünlük varsayarak, kendini onlardan aşağı görüp nefsine olan güvenini yitirmesindendir. 

‘Artık bu yanlış görüşe son vermek, Türklüğümüzü bütün asalet ve necabeti (soyluluğu) ile tanımak ve tanıtmak gerekmektedir’ dedim ve o andan beri inandığım bu gerçeğe bütün Türklerin inanmasını, bununla övünüp kendine güvenmesini ülkü bildim.” (F. R. Unat, “Ne Mutlu Türküm Diyene”, Türk Dili Dergisi, Sayı: 146 (Kasım, 1963), s. 77-78


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —