MUSTAFA KEMAL PAŞA İSTANBUL’UN HEMŞERİSİ
Lozan’da Barış Antlaşması için görüşmelere başlanması, 13 Kasım 1918’de fiilen, 16 Mart 1920’de de resmen işgal edilen İstanbul’daki işgalin de sonuna gelindiğini gösteriyordu. İstanbul Belediye Meclisi bu umut ve heyecan içinde 28 Şubat 1923’te Mustafa Kemal Paşa’yı şehrin “tabii hemşerisi” seçti. Bu kararın tutanağı bir heyetle kendisine sunulduğunda, olayların gelişmesini biraz daha bekleyen Mustafa Kemal Paşa Lozan görüşmelerinin sonuna yaklaşıldığı 21 Haziran 1923’te Belediye Başkanlığı’na teşekkürlerini iletti. Mesajında, İstanbul hakkındaki düşüncelerini şöyle açıkladı:
“İstanbul Milli Mücadelemizin devamı süresince milli ve vatani aşkımızın kutsal ve yüksek bir mihrabı olmuştur. Bundan sonra da hiçbir hadise, hiçbir kuvvet ruhumuzu bu kutsal mihrabdan çeviremeyecektir. Bugün her Türk ve Müslüman kalbi, İstanbul aşkının, İstanbul hasret ve iştiyakının saklandığı bir yerdir. Dört-beş yüzyıllık mili çabamızın ürünü, bu güzel kentimizde toplanmıştır. Düne oranla bugün daha özgür hava teneffüs eden İstanbul’un tam ve gerçek kurtuluşu uzak değildir. İstanbul bu kurtuluşuyla yalnız işgal ve esaretten kurtulmuş olmakla kalmayacak, belki Türkiye toplumunda artık anavatana ve millete dönmek gibi bir hayat ve saadete de kavuşacaktır.”
İTİLAF DEVLETLERİ İSTANBUL’U TERK EDİYOR
24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Antlaşması, yaklaşık bir ay içinde taraf olan önemli devletlerin parlamentoları tarafından onaylanmıştı. Bunun üzerine İstanbul’daki İtilaf Devletleri birlikleri 2 Ekim 1923’te şehirden ayrıldılar. İşgalci devletlerin askerleri, Dolmabahçe önünde demirleyen gemilere binerken Türk bayraklarını selamladılar. Mustafa Kemal Paşa’nın 13 Kasım 1918’de Adana’dan İstanbul’a geldiği gün söylediği gibi, “geldikleri gibi gitmişlerdi!”
Şükrü Naili Gökberk Paşa komutasındaki Türk birlikleri de 6 Ekim 1923 günü İstanbul’a girdi. İstanbul kurtulmuş, bir zillet çukurundan çıkmıştı. İşin ilginç yanı, Mondros Mütarekesi’nden bu yana yaklaşık 5 yıldır yaşanan o zilletin bir parçası haline gelerek Türk milletine yapılan her türlü kötülüğe ortak olan Sadrazam Damat Ferit Paşa da kaçtığı Fransa’nın Nice şehrinde aynı gün ölmüştür.
ANKARA BAŞKENT OLUYOR
Türk cihan devletinin payitahtı, başkenti İstanbul işgalden kurtarılmıştı. Fakat acaba başkent olarak kalabilecek miydi? Bu süreçte Ankara, TBMM’ne ve Milli Mücadele’ye merkezlik etmişti. Mücadelenin “Saltanat ve Halifelik makamını, yani İstanbul’u kurtarma” hedefi de bulunduğu için 20 Ocak 1921 tarihli ilk Anayasa’da başkente ve rejime ait bir hükme yer verilmemişti.
Esasında Milli Mücadele boyunca Ankara her yönüyle fiilen bir “Başkent” konumuna girmiş bulunuyordu. Mustafa Kemal Paşa, 1921’de kendisi ile görüşen Fransız Gazeteci Berthe Gaulis’e ileriye dönük düşüncelerini açıklarken Ankara’yı “Başkent” olarak düşündüğünü ifade etmişti: “Politik başkent Anadolu’nun yüreğinde olacak. Avrupa’nın ve Asya’nın temsilcileri burada buluşacaklar… Türk milletinden doğma hükümet Ankara’da çalışacak…” Gazeteci, “Ya İstanbul?” diye sorunca da “İstanbul, her zaman Batı ile Doğu arasında büyük rolünü oynamıyor mu? O, bizim sanat şehrimiz, ticaret şehrimiz, alışveriş merkezimiz değil mi?” cevabını vermiştir.
Lozan’da “devletin rejimi ne olacak? Başkent neresi olacak?” sorularını İsmet Paşa’ya sık sık soran İtilaf Devletleri, Mustafa Kemal’in Ankara’yı “Başkent” yapacağını anlayınca, engellemek için bazı girişimlerde bulundular. Lozan’ın imzalanmasından bir süre sonra, 12 Ağustos 1923’te Fransa, Japonya ve Amerikan hükümetlerine bir nota veren İngiltere, “Türkiye’ye gönderilecek temsilcilerin ‘Elçi” mi, ‘Büyükelçi’ mi olacağını ve bunların ‘İstanbul’a mı, ‘Ankara’ya mı gönderileceklerini” soruyordu. İçerde de Refet Bele gibi Ankara’nın başkent oluşuna karşı çıkanlar vardı.
Mustafa Kemal Paşa, yeni Türk devletinin rejimini belirlemeden önce “Başkent”ini belirlemek için harekete geçti. İsmet İnönü ve 14 arkadaşı birlikte hazırladıkları bir yasa önerisini 9 Ekim 1923’te Meclis Başkanlığı’na sundular. Yasa önerisinin gerekçesinde, Ankara’nın stratejik ve güvenlik açısından önemine vurgu yapılarak, böylesi küçük bir şehrin ileride yeni ve düzenli bir başkent olarak gelişeceğine değiniliyordu.
Yasa teklifi tek bir maddeden oluşuyordu: “Türkiye Devleti’nin makarr-ı idaresi (yönetim merkezi/başkenti) Ankara şehridir.” Öneri TBMM’nin 13 Ekim 1923 günkü oturumunda görüşüldü. Bazı milletvekilleri zamanın erken olduğunu söylemekle birlikte Ankara’nın başkent olmasına karşı çıkan olmadı. Öneri o gün kabul edilerek yasalaştı. Söz konusu yasa hükmü 20 Nisan 1924 Anayasası’nın 2. Maddesinde yerini alacaktır.
Artık, Yeni Türk Devleti’nin başkenti Ankara idi. Mustafa Kemal Paşa “Türkiye’nin kalbi Ankara” için, “Ankara, hükümet merkezidir ve ebediyyen hükümet merkezi kalacaktır!” dedi.
150 KİŞİ YURT DIŞINA ÇIKARTILIYOR
Lozan’da Türkiye ve Yunanistan’da savaş suçları işlemiş olanları kapsayan bir “af” konusu gündeme geldiği zaman, Ankara Hükümeti bazı kişilerin bu af kapsamı dışında tutulmalarını talep etmiştir. Kurtuluş Savaşı’na açıkça cephe alanlar, Hilafet Ordusu’nda savaşmış olanlar, Sevr Antlaşması gibi yok oluş belgesini imzalayanlar af kapsamının dışında tutulacaklardı.
Bunların belirlenmesi için Mustafa Kemal’in başkanlığında bir toplantı yapıldı. Toplantıya, İsmet İnönü, Kazım Özalp, Fethi Okyar, Yusuf Kemal Tengirşenk, Adalet Bakanı Seyfi Bey ile İstiklal Mahkemesi Başkanlarından İhsan Eryavuz katıldılar. Toplantıda, İhsan Eryavuz’un önerisi ile bunların yurda sokulmaması ve yurt içinde olanların da yurt dışına çıkartılması bir ilke kararı olarak kabul edildi. Milli Savunma Bakanlığı, Genelkurmay Başkanlığı ve İçişleri Bakanlığı aftan yararlanamayacak olanları belirlemek için görevlendirildi.
Konuya ilişkin olarak Lozan’da “Genel Affa İlişkin Açıklama ve Protokol” başlığını taşıyan ikili bir anlaşma imzalandı. Her iki taraf da 1 Ağustos 1914 – 20 Kasım 1922 tarihleri arasında savaş suçu işlemiş olanları affedecekti. Protokolde af dışında tutulacak 150 kişiyi belirleme yetkisi Türk Hükümeti’ne bırakılmıştı. Türk Hükümeti bunların isimlerini içeren listeyi Genel Af Açıklaması’na ekleyecekti. Bunların mal ve mülklerine el konulmayacak, mallarını elden çıkarmak için kendilerine 9 ay süre tanınacaktı. Süre dolduğunda satılamayan mallar kamulaştırılacak ve bedelleri kendilerine ödenecekti.
Af dışı bırakılacakların sayısı 150 kişi olarak belirlendiği için bunlar “150’likler” olarak anılmışlardır. Söz konusu liste Lozan Antlaşması’nın yürürlüğe girmesinden sonra açıklandı. Bazı suçları kapsam dışında bırakan Genel Af Yasası 26 Aralık 1923’te TBMM’nde kabul edildi. 1 Haziran 1924’te de bir Hükümet Kararnamesi ile 150’liklerden Türkiye sınırları içerisinde bulunanların yurt dışına çıkartılmaları düzenlendi.
150’likler listesi İstiklal Mahkemesi ve İçişleri Bakanlığı verilerine göre hazırlanmıştı. Bu nedenle listeye alınanlar kendilerine yüklenen suçlar bakımından değil, Milli Mücadele sürecindeki tutum ve eylemlerine göre sınıflandırılmışlardı. Listedeki çoğunluğu; milli güçlere karşı ayaklananların, Kuva-yı İnzibatiye’ye ya da Hilafet Ordusu’na girerek Anadolu hareketine karşı savaşanların, Anadolu hareketine karşı çıkan İstanbul yönetiminin üst düzey görevlilerinin ve Sevr Antlaşması’nı imzalayanların oluşturduğu görülmektedir. Bunların dışında Milli Mücadele’ye katılmamakla kalmayıp, işgalci güçlerle işbirliği yapanlarla, İstanbul Hükümeti lehine çalışan bazı yönetici ve din adamları ile halka zulüm yapan polisler, hatta bazı köylüler de listeye alınmışlardı.
150’liklerin büyük çoğunluğu yeniden vatandaşlık kazanarak Türkiye’ye dönmeyi beklerken, içlerinden bir kısmı Türkiye’deki inkılapları ve gelişmeleri karalamak için bazı kampanyalara girmişlerdir. Bazıları, Atatürk’e suikast girişimlerinde bile bulunmuşlardır. Bütün bunlara rağmen daha Atatürk’ün sağlığında Cumhuriyet 15 yaşını doldururken 28 Haziran 1938’de çıkartılan 3527 sayılı yasa ile 150’likler affedilmişlerdir.
CUMHURİYET HALK FIRKASI KURULUYOR
Son derece demokratik tartışmaları yaşandığı ilk TBMM’nde, Milli Mücadele döneminde bazı gruplaşmalar meydana gelmişti. Mustafa Kemal 10 Mayıs 1921’de kendisine yakın milletvekillerinden bir “Müdafaa-i Hukuk Grubu” oluşturmuştu. Özellikle Başkomutanlık süresinin uzatılması, bakan seçimleri, Saltanat ve Hilafet’in birbirinden ayrılması ve Saltanatın kaldırılması sırasında ciddi zorluklar yaşanmıştı. Mecliste gruplar arası sürtüşmeler artarken, Lozan’da başlayacak olan barış görüşmelerinde belirli ilke ve görüşleri savunmama gibi bir tehlike de baş göstermişti. Bu nedenlerle Mustafa Kemal Paşa, 6 Aralık 1922’de basına verdiği demeçte “Halk Fırkası (Partisi)” adıyla bir siyasi parti kurmaya karar verdiğini açıklamıştı. Parti “halkçılık” esası üzerinde yapılanacaktı. Paşa’nın “Halk egemenliği” kavramını öne çıkaracağı anlaşılıyordu.
Mustafa Kemal Paşa yurt gezilerinde kuracağı partinin zeminini yoklamaya çalışırken, Meclis’te seçimlerin yapılarak meclisin yenilenmesi gündeme geldi. Aydın Milletvekili Esat Efendi ve 120 arkadaşının konuyla ilgili önergesi 1 Nisan 1923 günkü oturumunda görüşülerek kabul edildi.
Komisyonun hazırladığı yeni seçim yasası da aynı gün kabul edildi. Böylece 23 Nisan 1920’de toplanan ilk meclisin çalışma süresi de sona ermiş oldu.
Mustafa Kemal Paşa yaptığı teşekkür konuşmasında, “Arkadaşlar! Türkiye Devleti’nde ve Türkiye Devleti’ni kuran Türkiye halkında tacidâr yoktur, diktatör yoktur! Tacidâr yoktur ve olmayacaktır! Milletin gerçek temsilcisi olan sayın üyeler! Sizler bugünkü kararınızı, yalnız vicdanınızdan ve dimağınızdan çıkan, beliren gerçek ve samimi hislerle vermiş bulunuyorsunuz… Bütün cihan bilmelidir ki, artık bu devletin ve bu milletin başında hiçbir kuvvet yoktur, hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır. O da milli hâkimiyettir.” dedi.
Mustafa Kemal Paşa yeni seçimlere gidilirken, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu Başkanı olarak bir seçim bildirisi açıkladı. 9 Maddeden oluşan bu bildiri, 8 Nisan 1923 tarihinde hazırlanmıştı ve “9 Umde (İlke)” olarak adlandırılmıştı. Bu ilkeler ileride kuracağı partinin de temel ilkeleri idi. Mustafa Kemal, 9 Umde Bildirisi dışında aynı gün Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu adayları olarak seçimlere katılanlarla ilgili ikinci bir bildiri daha yayımladı. Bu bildiride de seçileceklerin yakında kurulacak olan “Halk Fırkası” üyeleri olarak ülke yönetimini üstleneceklerini belirterek onlara oy verilmesini temenni etti. Grubun aday gösterdiklerinden 9 Umde’de açıklanan ilke ve görüşleri kabul ettiklerini yazılı olarak belgelemeleri de istendi. Bu istek bazı seçim çevrelerinde tartışmalara yol açsa da 2 dereceli seçimler sonucunda Müdafaa-i Hukuk adayları büyük çoğunluk sağlamayı başardılar.
TBMM 2. Dönem çalışmalarına 11 Ağustos 1923’te başladı. 14 Ağustos’taki toplantıda Ankara milletvekili Mustafa Kemal yeniden TBMM Başkanı seçildi. Kurulması düşünülen Halk Fırkası Tüzüğü ile ilgili çalışmalara hız verildi. Açıklanan 9 Umdenin esas alındığı Tüzük, İzmir’in kurtuluş günü olan 9 Eylül 1923 tarihinde Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu tarafından onaylandı. Grup yerini Halk Fırkası’na bırakıyordu. Partinin kuruluşu 9 Eylül’de açıklandığı halde İçişleri Bakanlığı’na resmi başvuru, 1.5 ay sonra 23 Ekim 1923 günü yapıldı.
Genel Başkan, Genel İdare Kurulu dışında bir de Genel Sekreterlik oluşturulmuştu. 11 Eylül’de yapılan toplantıda Mustafa Kemal Genel Başkan, Kütahya Milletvekili Recep Peker de Genel Sekreter seçilmişti. 8 Milletvekili de Genel Yönetim Kurulu’na seçilmişlerdi. Resmi başvuruda bu 8 kişi şunlardı: Sabit Sağıroğlu (Erzincan), Dr. Refik Saydam (İstanbul), Mahmut Celal Bayar (İzmir), Münir Hüsrev Göle (Erzurum), Cemil Ubaydın (Tekirdağ), Kazım Hüsnü (Konya), Saffet Arıkan (İzmit) ve Zülfü Tiğrel (Diyarbakır).
Kısa bir süre Cumhuriyet ilan edilip, rejimin adı konunca, Mustafa Kemal Paşa Cumhurbaşkanı olacak, bu nedenle de parti de bir de “Genel Başkan Vekilliği” makamı oluşturulacaktır. Cumhurbaşkanı ve Parti Genel Başkanı Mustafa Kemal, Vekilliğine de Başbakan İsmet İnönü’yü atayacaktır. Bu gelenek, Parti Genel Başkanı’nın her Cumhurbaşkanı seçildiğinde tekrarlanacak ve Partili Cumhurbaşkanları, çok partili hayata geçilinceye kadar, Başbakanlarını “Parti Genel Başkan Vekili” olarak atayacaklardır. İnönü’de bu geleneği devam ettirecektir.
Cumhuriyet’in ilanından sonra, Halk Fırkası’na muhalif olarak Kazım Karabekir, Rauf Orbay ve Ali Fuat Cebesoy gibi Atatürk’ün arkadaşları tarafından kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası isminde “Cumhuriyet” sözcüğüne yer verince, Recep Peker’in önerisi ile 10 Kasım 1924’te Halk Fırkası’nın adı, “Cumhuriyet Halk Fırkası” olarak değiştirilmiştir. Parti, 1935’te Türkçeleştirme çalışmaları sırasında “Cumhuriyet Halk Partisi” adını almıştır.
VE CUMHURİYET İLAN EDİLİYOR
23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılışından itibaren gelişmelere bakıldığında aslında yürütülen sistemin adı konulmamış bir “Cumhuriyet” yönetimi olduğu belli idi. Şimdi artık, zafer kazanılmış, Saltanat kaldırılmış, Lozan Barış Antlaşması imzalanmış, sıra yönetimin adını koymaya gelmişti. Yönetilenlerin, yöneticilerini belirli bir süre için seçerek iş başına getirdikleri, egemenliği milletin temsil ettiği yönetim biçimi olarak Cumhuriyetler daha çok Fransız İhtilali’nden sonra yayılmaya başlamıştı. Osmanlı aydınları arasında, Monarşi, Meşrutiyet ve Cumhuriyet tartışmaları çok eskilere dayanıyordu. Ünlü hürriyet ve vatan şairimiz Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi “Yeni Osmanlılar” ile birlikte “Cumhuriyet” sözcüğü ve kavramı toplumda tartışılmakta idi.
Mustafa Kemal’de ise ilk gençlik yıllarından beri vatan, hürriyet ve çağdaşlaşma fikirlerinden başlayarak “Cumhuriyet”e evrilen bir düşüncenin var olduğu biliniyordu. Onun, özellikle Balkan Savaşları’ndan sonra çevresinde bunu dile getirdiği, “imparatorluğun yerine bir Cumhuriyet kurulması gerektiği”ni ifade ettiğini biliyoruz. Kongreler sürecinde ve Milli Mücadele sürecinde en yakınındakilere, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra “hükümet şekli veya rejim” olarak “Cumhuriyet”i işaret etmişti. Amasya Genelgesi’nden başlayarak, Milli Mücadele’nin bütün belgelerinde “millet egemenliği, irade-i milliye” kavramlarını güçlü bir şekilde dile getirdiği de biliniyordu.
TBMM 1923 Nisan ayında seçimleri yenileme kararı aldığı zaman, eksik ve geçici olan 1921 Anayasası’nın yerine yeni bir anayasa yapılması da gündeme gelmiş, hazırlıklara başlanmıştı. Bu sırada “Cumhuriyet” konusu da gündeme geldi. Mustafa Kemal 27 Eylül 1923’te Neu Freie Presse muhabirine verdiği demeçte, anayasa bağlamında şunları söylüyordu:
“Yeni Türkiye Esas Teşkilat Kanununun (Anayasasının) ilk maddelerini size tekrar edeceğim: Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir. Yürütme kudreti, yasama yetkisi milletin biricik gerçek temsilcisi olan Meclis’te belirmiş ve toplanmıştır. Bu iki kelimeyi bir kelimede özetlemek kabildir: Cumhuriyet!”
Bu açıklamadan sonra Cumhuriyet konusu basında daha şiddetli bir şekilde tartışılmaya başlandı. Destekleyenler ve karşı çıkanlar görülüyordu. Böyle bir ortamda Hükümet üyelerinin seçimi konusunda Meclis’te başlayan çekişmelerden doğan bunalım, Mustafa Kemal’e yeni devletin rejimi olarak Cumhuriyet’i açıklamanın zamanının geldiği kanısını uyandırdı. Başbakan Ali Fethi Okyar, aynı zamanda kendi uhdesinde bulunan İçişleri Bakanlığı’ndan 24 Ekim 1923’te istifa etti. Bunalım daha da derinleşti. Ertesi gün toplanan Halk Fırkası Meclis Grubu, Rauf Orbay’ı Meclis İkinci Başkanlığı’na, Sabit Sağıroğlu’nu da İçişleri Bakanlığı’na aday gösterdi. Fakat Sağıroğlu’nu “İkinci Grup”tan birisi olarak gören bazı milletvekilleri onun adaylığına karşı çıktılar. 26 Ekim 1923 günü Çankaya’daki toplantıda Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak dışındaki bakanların Başbakan Ali Fethi Bey ile birlikte istifalarına karar verildi.
Ali Fethi Okyar ve Hükümeti 27 Ekim 1923 günü istifa etti. Meclis’teki gruplar kendi anlayışlarına göre bir kabine oluşturmak için girişimlere başladılarsa da ne o gün ne de ertesi gün bir sonuç alınamadı. Bunalımın derinleştiğini gören Mustafa Kemal, 28 Ekim 1923 günü akşamı bazı bakanlarla bazı milletvekillerini Çankaya’ya akşam yemeğine çağırdı. İsmet İnönü, Kazım Özalp, Ali Fethi Okyar, Ruşen Eşref Ünaydın, Fuat Bulca, Kemalettin Sami ve Halit Karsıalan’dan oluşan grupla yemek yenirken Mustafa Kemal kararını açıkladı: “Efendiler, yarın Cumhuriyet’i ilan edeceğiz!” Konuklar gittikten sonra, kalan İsmet İnönü ile Anayasa’da yapılması gereken değişiklikleri içeren bir yasa tasarısı hazırladılar.
Ertesi gün, 29 Ekim 1923 günü sabah saat 10.00’da Halk Partisi Grubu’nda Hükümet buhranı konusu görüşülürken, Kemalettin Sami Bey sorunun Genel Başkan tarafından çözülmesi hakkında bir önerge verdi. Bunun görüşülmesinden önce verilen arada milletvekillerini odasına çağıran Mustafa Kemal onlara sorunun ancak Cumhuriyet ile aşılabileceğini anlattı. Grup toplantısı yeniden başladığında kürsüye çıkan Mustafa kemal bunalıma yol açan olaylarla ilgili açıklamalar yaptıktan sonra bulduğu çözümü, Anayasa değişikliği hakkında hazırlanan yasa teklifi anlattı. Bunun kabul edilmesini önerdi. Birçok milletvekili önerge üzerinde görüş belirtti. Konya Milletvekili Eyüp Sabri Hayıroğlu, “Meclisin Anayasayı değiştirme yetkisi apaçıktır. Hükümetimizin biçimi kesinlikle Cumhuriyet olacaktır.” dedi. İsmet İnönü’den sonra söz alan Abdurrahman Şeref Bey yapılacak işin bir “ad verme” olduğunu vurgulayarak şöyle konuştu: “Hükümet biçimlerini birer birer saymak gereksizdir. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Kime sorarsanız sorunuz, bu Cumhuriyet’tir. Doğan çocuğun adıdır. Ama bu ad kimilerine hoş gelmezmiş; varsın gelmesin!” Parti Grubu’ndaki görüşmeler tamamlandı ve Mustafa Kemal’in Anayasa değişikliği hakkındaki önergesi oylanarak kabul edildi.
Aynı gün saat 18.00’de TBMM’nde görüşmelere geçildi. Önce Anayasa Komisyonu’nda görüşülen tasarı Meclis Genel Kurulu’na geldi. Dinleyici locaları ve Meclis’in önü halk ile tamamen dolmuştu. Anayasa Komisyonu Sözcüsü Celal Nuri İleri kürsüye çıkarak yasa tasarısını sundu. Ruşen Eşref Ünaydın tasarıyı yüksek sesle okudu. Herkeste büyük bir heyecan bulunuyordu. Az sonra Cumhurbaşkanı olacak Mustafa Kemal öndeki sıralardan birine oturmuştu. Birinci madde, Cumhuriyet’le ilgili madde tam saat 19.37’de bir alkış yağmuru arasında kabul edildi. Şair Mehmet Emin Yurdakul ilk maddeden sonra söz aldı. Kürsüye geldi. Heyecanlı ve ateşli bir konuşmadan sonra tüm Meclisin ayakta üç kez “Yaşasın Cumhuriyet!” diye bağırmasını önerdi. Herkes ayakta, eller çırpıyordu. Maddeler sürekli alkışlar arasında oylanarak kabul ediliyordu. Bu arada Cumhuriyet’in ilanı Ankara’da 101 pare top atışı ile kutlanıyordu. Yasanın oylamasında birkaç üye çekimser kalarak oylamaya katılmamış, katılan 158 üyenin tümü olumlu oy vermişti. Oylama bittiğinde saatler 20.30’u gösteriyordu.
Yeni Türkiye Devleti’nin bir “Cumhuriyet” olduğu belirlendikten sonra “Cumhurbaşkanlığı” seçimine geçildi. Seçim 15 dakika içinde bitti. Oturuma başkanlık eden İsmet Eker, saatler 20.45’i gösterirken sonucu açıkladı: “Türkiye Cumhuriyeti Başkanlığı seçimi için yapılan oylamaya 158 kişi katılmış ve Cumhurbaşkanlığı’na 158 üye, oybirliği ile Ankara Milletvekili Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ni seçmişlerdir!”
Kürsüye gelen Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal kısa konuşmasında, milletvekillerine teşekkür ettikten sonra şunları söyledi:
“Yüzyıllardan beri Doğu’da mağdur ve mazlum olan milletimiz, Türk Milleti, gerçekte gurur duyacağı niteliklerden yoksun sayılıyordu. Son yıllarda milletimizin fiili olarak gösterdiği yetenek, anlayış, kendisi hakkında kötü kanaatte bulunanların be kadar bilgisiz, incelemeden uzak, görünüşe önem veren insanlar olduğunu pek güzel kanıtladı. Milletimiz kendisinde bulunan nitelikleri ve değeri, hükümetin yeni adıyla uygarlık dünyasına çok daha kolay göstermeyi başaracaktır… Bu yüce kurumu meydana getiren Türk milletinin son dört sene içinde elde ettiği zafer, bundan sonra da birkaç misli olmak üzere kendisini gösterecektir…
Türkiye Cumhuriyeti, dünyada işgal ettiği yere layık olduğunu eserleriyle kanıtlayacaktır. Türkiye Cumhuriyeti mutlu, başarılı ve muzaffer olacaktır!”
Cumhuriyet’in ilanı o gece bütün Türkiye’ye telgraflarla duyuruldu. TBMM Cumhuriyetin ilanının her şehirde 101 pare top atışı ile kutlanmasını da kararlaştırmıştı. Ankara halkı Meclis bahçesini ve çevresini doldurmuş, Cumhuriyetin ilanını sevinç içinde karşılamıştı. İstanbul Kolordu Komutanı Şükrü Naili Gökberk Paşa’ya çekilen telgraf ile Cumhuriyetin ilanını öğrendi. Sultanahmet Meydanında bando ve mızıkalar marşlar çalmaya başlarken, Dışişleri Bakanlığı temsilcisi olan Dr. Adnan Adıvar da yapılan anayasa değişikliğini bir yazı ile yabancı elçiliklere bildirdi. 30 Ekim 1923 günü düzenlenen İstanbul Valiliği’ndeki büyük törene Ermeni Patriği, Fener Rum Patrikhanesi Sinod Meclisi Başkanı da katıldılar. TBMM tarafından Halife seçilmiş olan Abdülmecit Efendi de Mustafa Kemal’e bir telgraf çekerek, Allah’tan, “yeni hükümet biçiminin mülk (devlet) ve millet hakkında hayırlı olmasını” dileğini bildirdi.
ANAYASA’DA NELER DEĞİŞTİ
Cumhuriyet’in ilanını sağlayan yasal düzenlemeler mevcut Anayasa’da yapılan bazı değişikliklerle gerçekleştirilmiştir. “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (Anayasa) Bazı Maddelerinin Açıklığa Kavuşturularak Değiştirilmesine Dair Kanun” başlıklı 364 sayılı bu yasa ile 1921 Anayasası’nın bazı maddelerine ya eklemeler yapılmış ya da yeni hükümler içeren maddeler eklenmiştir. Bunlarla rejimin adı belirlenirken Cumhurbaşkanı’nın nasıl seçileceği, görev süresi ve yetkileri ile hükümetin nasıl kurulacağı belirtilmiştir. Bu değişiklikte, “İslamiyet’in devlet dini” ve “Türkçenin de resmi dil” olduğu da Anayasa’da yerini almıştır. Bu değişiklikler içerisinde şüphesiz en önemlisi 1. Madde’nin sonuna “Türkiye Devleti’nin hükümet şekli Cumhuriyet’tir” hükmünün eklenmesi idi. Burada “hükümet şekli” olarak ifade edilen “Cumhuriyet”, sonraki Anayasalarımızda “Devletin Şekli” (rejim) olarak yer alacaktır. 2. Madde, “Türkiye Devleti’nin dini, İslam dinidir. Resmi dili Türkçedir” şeklinde düzenlenmiştir. “Devletin dini” konusu laikleşme sürecinde anayasadan çıkartılacaktır. 1921 Anayasa’sının 3. Maddesi’ndeki, “Büyük Millet Meclisi Hükümeti” metinden çıkartılmış yerine, “Meclis, Hükümetin dağıldığı yönetim şubelerini İcra Vekilleri (Hükümet) vasıtasıyla idare eder” hükmü konulmuştur.
Cumhurbaşkanının TBMM’nce kendi üyeleri arasından, bir seçim dönemi için seçilmesi öngörüldü. Dönemini bitiren Cumhurbaşkanı’nı yeniden seçilebilecekti. “Devlet Başkanı” olan Cumhurbaşkanı gerek gördüğünde Bakanlar Kurulu’na da başkanlık edebilecekti. Bu Anayasa değişikliği ile “Meclis Hükümeti” sisteminden “Kabine” sistemine geçilmiştir. Bu nedenle Cumhurbaşkanı Meclis içinden bir milletvekilini Başbakan olarak seçecek, Başbakan da diğer bakanları seçerek kabinesini oluşturacak ve bunlar topluca Meclis’ten onay alacaklardı.