Hasan GEZER / UZLUK


Kötülük samimidir, iyiliğin samimiyeti sorgulanır!

Yaşananlar toplumun zihninde kaçınılmaz bir soruyu doğuruyor: "Bu millet kime güvenecek?" Çünkü yaşananlar, "ünlüysen iyisin ve masumsun, güçlüysen haklısın" gibi yanıltıcı algıları yıkarak, gerçekte kimlere ve nelere güvenebileceğimiz konusunda herkesi bir hesaplaşmaya zorluyor.


Son günlerde medya, spor, sanat ve siyaset gibi topluma mal olmuş kesimlerde yaşanan ve kamu vicdanını yaralayan olaylar, toplumda derin bir güven sorgulamasına yol açıyor. Bu olaylar sadece kişisel düşüşler olarak değil, toplumsal değerlerin bir sınavı olarak karşımıza çıkıyor ne yazık ki.

Bu tür sınavların en zor kısmı, "Toplum ne hale geldi, çocuklarımızı ve geleceğimizi nasıl koruyacağız" türünden yakınmalarla insanımızın umutsuzluğa sürüklenmesidir. Tam da bu noktada yazar Emre Yılmaz’ın bir kitabındaki bir ifade bu gerçeğe başka bir pencereden bakmamız gerektiğini düşündürdü bana: "Kötülük samimidir, iyiliğin samimiyeti sorgulanır".

Nitekim kötülük, tanımı gereği, yıkıcı ve açık hedeflidir. Onun niyeti gizlenmez; davranışın kendisi, amacını ele verir. Oysa iyilik adına ortaya konan bazı tavırların, gerçekten erdemli bir kaynaktan mı yoksa kişisel çıkar, gösteriş veya bir başka gizli amaçtan mı doğduğu her zaman net değildir. Bu ikircikli durum, toplumu sadece kötülük karşısında değil, samimiyetsiz bir iyilik algısı karşısında da savunmasız bırakır.

Eylemler ve Söylemler Arasındaki Uçurum

Topluma örnek olması beklenen çevrelerde yaşanan sarsıcı olaylar, bu sorgulamayı daha da derinleştiriyor. Kamuoyu, yıllarca ekranlardan, sahalardan veya kürsülerden topluma "ahlak, dürüstlük, etik" dersi veren isimlerin, bu prensiplerle bağdaşmayan iddiaların merkezinde çıkmasını izliyor. Bir gazetecinin ifadesiyle, "gücünü makamından alan" bir sistemin, mesleği ve insanları araçsallaştırabildiği görülüyor.

Bu durum, toplumun zihninde kaçınılmaz bir soruyu doğuruyor: Peki bu millet kime güvenecek? Çünkü yaşananlar, "ünlüysen iyisin ve masumsun, güçlüysen haklısın" gibi yanıltıcı algıları yıkarak, gerçekte kimlere ve nelere güvenebileceğimiz konusunda herkesi bir hesaplaşmaya zorluyor.

Peki, bu güven erozyonu karşısında nasıl bir yol izlenmeli? Belki de bu yaşananlar bir fırsattır ve toptancı suçlamalardan veya umutsuzluğa kapılmaktan ziyade sağlam adımlarla güveni yeniden inşa etmek gerek.

Hiçbir ünvan veya statü, kişiyi eleştiriden ve sorgulamadan muaf kılmaz. Medyanın, sporun, sanatın veya siyasetin içinden gelen, sistemi eleştiren samimi sesler bu noktada kıymetlidir. Küresel Gazeteciler Konseyi'nin de vurguladığı gibi mesleki saygınlık ancak "hesap verebilirlik mekanizmalarıyla" korunabilir. Her alanda şeffaf ve adil soruşturma süreçleri, toplumun güvenini tamir edebilecek en önemli araçlardandır. Yaşananlar, gerçekten dürüst, ilkeli ve samimiyetle çalışan insanları da haksız yere gölgeleyebilir. En büyük mücadele, kirli olanlarla değil, temiz kalanların sesini duyurabilmek ve onları görünür kılmakla kazanılacaktır.

Sorgulayan, Ama Umudunu Yitirmeyen Bir Feraset

Toplum olarak içinden geçtiğimiz bu süreç, bir "çöküş" hikayesinden ziyade bir "ayıklanma" ve "iyi ve güzel olanı arama" çağrısı olmalı ve yol haritamızı ona göre belirlemeliyiz. Emre Yılmaz'ın sözü, bize bu arayışta bir pusula sunuyor gerçekten. Gördüğümüz her iyilik görüntüsünü olduğu gibi kabul etmek yerine, onun ardındaki samimiyeti sorgulama ferasetini geliştirmeliyiz. Her iyi zannettiğimiz ve öyle görünen kişi ya da olay kendi içinde -rasyonelini bilemeyeceğimiz- karanlıklar barındırıyor olabilir.

Toplumu bir arada tutan temel harç, körü körüne bağlılıklar değil, şeffaflık, hesap verebilirlik ve en önemlisi, eylemleriyle sözlerini doğrulayan samimi insanlara duyulan güvendir. Bu güveni yeniden tesis etmek, karanlık iddialara değil, aydınlık gerçeklere odaklanarak mümkün olacaktır.

Refah algısı ve anlayışının geldiği bu saçma, budalaca ve aşağılık yaşam tarzlarından çocuklarımızı  korumaya bakalım.

YAZARLAR