Ali KUZENCİK / MERAM BAĞLARI


Prof.Dr. Ahmet Haluk DURSUN Hoca...

Malazgirt ve Ahlat'ı gençlere daha iyi tanıtmak için yürütülen çalışmalar kapsamında bölgede bulunduğu sırada, Van'ın Erçiş ilçesinde geçirdiği trafik kazasında vefat eden Ahmet Dursun Hoca, “HAYATINI GÖREVİNE ADAYARAK” çalıştı.


“-KUŞLARIN YUVASI DAĞITILSIN,
MAKAMA SAHİP ÇIKILSIN.”

“-BEN YUVAYI ALMAM, SİZ BENİ GÖREVDEN ALIN İSTERSENİZ…”

 

 

Aslında bu olayı emekli olup, köşeme çekildikten sonra yazmayı düşünüyordum. Çünkü biliyordum ki, ben yine çenemi (kalemimi) tutamayarak zülf-ü yâre dokunacağım...

Ama o dönemde yaşananları anlattığım bir dostum çok ısrar etti, “bunu mutlaka yazman lazım” dedi. Ben de hikâyenin içinde hem bürokratik bir zihniyet hem de gerçek bir aşk hikâyesi bulunduğu için saray tarihine bir kayıt düşürmeye karar verdim...

Kimse ısrar etmesin isim vermeyeceğim.

Topkapı Sarayı'nda müdürlük yaptığım dönemde, makam odamda otururken bir kumrunun açık pencereden girerek avizenin etrafında uçtuğunu gördüm. Hiç kımıldamadan seyretmeye başladım.

Kumru odanın her tarafında dolaştı, avizenin üzerine kondu, bir süre oturdu. Sonra geldiği gibi uçup gitti. Biraz sonra yanında başka bir kumru ile tekrar geldi.

Bu sefer sanki bir ev (saray) sahibi edasıyla onu gezdirdi. Yeni geleni elinden, (kanadından) tutar gibi aldı ve avizenin içine oturttu. Bir süre koklaştılar. Sonra uçup gittiler.

Ertesi gün ikisi birlikte ağızlarında dal parçacıkları ile geri geldi ve avizenin içine bir yuva kurmaya başladılar. Yuva bir kaç gün içinde kuruldu.

Ben olup biteni hiç ses çıkarmadan izliyordum. Dişi kuş yumurtlama hazırlığı yapıyordu.

Galiba onlar da beni izliyordu ki, hiç tedirgin olmuş gibi görünmüyorlardı.

Buna karşılık dışarıdan odaya başka birisi girince, hemen ürküp pencereden kaçıyorlardı.

Baktım olmayacak, makam odamı onlara bırakıp hemen karşıda bulunan küçük bir odaya geçtim.

Bir gün televizyon çekimi için Topkapı Sarayı'na gelen gazeteci dostum rahmetli Savaş Ay, “hocam niye bu küçücük odada oturuyorsun” diye sordu.

“Ben hâlden anlarım, bir kumru arkadaşım sevgilisine, “ben seni saraylarda yaşatacağım” diye söz vermiş, insan yuva kurana yardımcı olmaz mı” dedim.

“Hocam ne olur göster şu yuvayı bana” dedi ve kapıdan odadaki yuvanın fotoğrafını çekti.

Ertesi gün beni Ankara'dan arayan arayana... “Derhal makam odası açılsın, kumruların yuvası dağıtılsın, saray bakımsızlıktan perişan olmuş görüntüsü verilmesin” dediler.

Meğer Savaş Ay haber yapmış bizim kumru hikâyesini...

Hemen aradım, “üstad sen ne yaptın” dedim.

“Hocam bu kadar güzel malzeme (haber) buldum, yazılmaz mı Allah aşkına” dedi.

“Gazetede sabah toplantısında anlattım, herkes ayağa kalktı ve seni alkışladı” diye ilave etti.

“Sadece gazete değil, Ankara da ayağa kalktı sayende” diye cevap verdim.

Şimdi ne yapacaktım? Çifte kumrulara kol kanat gerip onların saadetlerini korumaya mı çalışacaktım, yoksa odayı kullanıma açarak bir yuvanın dağıtılmasına mı neden olacaktım?

Bir şekilde, ya ben makamı, ya da o kumrular makam odamdaki yuvalarını kaybedeceklerdi.

Akşama kadar Bakanlıktan beni aramayan kalmadı...

“En azından yumurtadan yavru kuşlar çıksın, uçup gidene kadar bekleyelim” diye düşündüm.

“Ben yuvayı almam, siz beni görevden alın isterseniz” dedim.

Ertesi gün yuvaya bakmaya gittim ki ne göreyim, yuva yerinde duruyordu ama kumrular yoktu.

Yuva yerinde durmasa, “birisi kuşları ürküttü, kovaladı” diyecektim. Halbuki yuva yerli yerinde duruyordu. Kumrular sanki durumu hissetmiş ve sessizce çekip gitmişlerdi. Bir daha da hiç gelmediler.

Ben daha sonra Topkapı Sarayı'ndan Müsteşar ve Bakan Yardımcısı olarak Ankara'ya gittim.

“Kuşların yuvası dağıtılsın, makama sahip çıkılsın” diyenlerin ise hiçbirisi Bakanlıkta makamlarında kalamamıştı.

Muhakkak ki, biz de bir gün bu makamlardan uçup gideceğiz. Kuşlar ise hep sevmeye, uçmaya ve yuva kurmaya devam edecek…

 

 

“MERHAMET MEDENİYETİ” derken, Peygamber Efendimizin (sav);
“Merhamet edene Rahman da merhamet eder. Siz yerdekilere merhamet edin ki, göktekiler de size merhamet etsin.” kutlu sözleri ile şekillenen ve tüm mahlûkatı içine alan bir medeniyet anlayışından bahsediyoruz.

İslam dini, insana ve diğer mahlûkata merhamet dinidir.

Rahman ve Rahim olan Allah Teâlâ kullarına önce  kendilerine, sonra çevrelerine ve diğer yaratılmışlara merhametli olmalarını emreder.

İlahi rızayı kazanmak isteyen her mümin hayatını merhametli olma emrine göre şekillendirdiği gibi, kurduğu kurumlar ve sistemlerde de merhameti temele koyar.

Haliyle Türk-İslam medeniyeti de merhamet eksenli bir medeniyet olarak şekillenmiştir.

Türk-İslam medeniyeti; ihsan, infak ve hayrın şekillendirdiği bir medeniyettir ve bunun temelinde merhamet vardır.

İslam insanı, eşrefi mahlûkat olarak görür İslam’ın  merhamet medeniyetinin ilk tezahürü insandadır.

İslam; Hıristiyanlığın aksine, insanı fıtraten yani yaratılış olarak kötü olarak kabul etmez.

Evet, insanın nefis taşıması ve nefsin kötülüğe meyleden bir yönü olması hasebiyle insanda kötülük yapabilme doğal yatkınlık olduğu doğrudur.

Bugün insanlığın ekmek ve su kadar muhtaç olduğu en önemli şey merhamettir.

Malazgirt ve Ahlat'ı gençlere daha iyi tanıtmak için yürütülen çalışmalar kapsamında bölgede bulunduğu sırada, Van'ın Erçiş ilçesinde geçirdiği trafik kazasında vefat eden Ahmet Dursun Hoca, “HAYATINI GÖREVİNE ADAYARAK” çalıştı.

Rahmetli Prof.Dr. Ahmet Haluk DURSUN Hoca’ya Allah rahmet eylesin, kabri nur, ruhu şad olsun inşallah….

Meram Bağları’ndan;
SEVGİLER
 

8 Şubat 2025

Taş Medreseli
Tarih Öğretmeni
Ali KUZENCİK

YAZARLAR