Bu iki kelimenin etimolojik anlamlarından çok bende bıraktığı izler veya uyandırdığı hisler ilgilendiriyor beni.
Kimisi "İstanbul şehirdir, Ankara kenttir; Konya şehirdir, İzmir kenttir; Amasya şehirdir, Samsun kenttir... " der. Şehirdeki asalet, ruh, tarih, estetik ile topraktan köklere, oradan gövdeye, dallara ve yaprağa, meyveye uzanan bir can vardır... Kentlerde ise karton, kaporta, neonlu ışıklarla dolu loşluklar ile afiş ve boya vardır ama renk yoktur.
Şehirler çınar gibidir; gölgesinde nice eski hatıralar canlanır ve aynı zamanda yepyeni hatıralar oluşur.
Kentler söğüt dalı gibidir; dalına da yaprağına da güven olmaz. Küçük bir esintide gölge uçar gider. Erik dalına da benzetebiliriz.
İstanbul'un köklü semtlerinin tarihi pek çok kentten eskidir. Kentlerin nesi meşhurdur deseniz aklınıza ne gelir? Ama şehirlerin nesi meşhur derseniz birer birer sayılır. Elması, kirazı, hıyarı, peyniri, yoğurdu, kumaşı, ipeği, ekmeği, şekeri diye say say bitmez. Kentin sosyetesi, sonradan görme bebesi, bir de bürokrasisi... Çok mu sevimli?
Şehrin beyefendisi, çelebisi, hanımefendisi, paşa dedesi, tombiş ninesi ile musikişinasları, bestekârı, güftekârı, yazarı, şairi, muallimi, mürebbiyesi vardır.
Kentin kokonası, çengisi, dansözü, çalgıcısı, dümbelekçisi, arabeskçisi, değnekçisi, magandası ile on yedi benli Hayriye'si vardır.
Şehrin estetik zevkle bezenmiş konaklarında, yalılarında, mütevazı bahçeli evlerinde atadan yadigâr gramofonlar, taş plaklar, nota defterleri; kanunlar, udlar, tamburlar, neyler ve piyanolarla her güzel makamda terennüm edilir.
Şehirlerin minarelerinde beş vakit okunan ezanların her biri ayrı güzellikte İstanbul tavrında dinlediğimizde gönlümüzde oluşan iman ve huşunun kıymeti ölçülemeyecek kadar şahanedir.
Kentlerde ise vur patlasın çal oynasın ama nasıl oynarsa oynasın anlayışı vardır. Zurnayla peşrev olmayacağı bir türlü kavranmaz.
Meselâ, Ankaralı "sanatçı" dendiği zaman kimleri hatırlıyoruz? Zaten "sanatkâr" değil de "sanatçı" diyorsak kalite ve fark oradan başlıyor. maksadımız bir şehri övüp bir başka yeri yermek değildir.
İstanbul kendine âşık eder insanı... Ama hangi İstanbul demeden geçemeyiz, değil mi? Onu siz anladınız... İstanbul'un her yeri İstanbul kalsaydı keşke.…
İstanbul'un her yeri İstanbul değildir bugün maalesef. İstanbul'da da kentler var... "Kent uzlaşısının malum kahramanlarının(!)" hiç bir müspet icraatları yok...
"Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul" diyen Yahya Kemâl'in aslında ömrünce hep bakmıştır İstanbul'a ve onun güzelliklerini kaleme almış, Münir Nurettin Bey de notalara dökmüş o güzelliği…
“Türklüğün ve İslâm’ın hem en güzel, hem de en büyük merhalesi” diye ifade ettiği fethin ardından oluşan büyük kültürün gecekondu ya da varoş kültürüne boğdurulması geçen asrın 60'lı 70'li yıllarının en büyük ayıbıdır.
Şehir ilim ve irfanı, kocaman bir medeniyeti çağrıştırırken kent ise yapay kültürü, asabiyeti, asık suratlı anlamsız bakışları ve gereksiz resmiyeti çağrıştırır zihnimde.
Hanımefendi yerine "baayaaan" diye hitabın meşru ve normal görüldüğü kabalığı yansıtır.
Şehrin mimarî kimliği ve estetik görüntüsü vardır, kentin AVM'leri ile kibrit kutusundan ilhamla(!) inşa edilmiş kimliksiz, kişiliksiz uydu kentleri vardır.
Şehirde değerler vardır, kentte suya sabuna dokunmayanlar / değmeyenler vardır.
Artık Ankara şehir olsun, İzmir de çok güzel bir şehir olsun. İstanbul kaybetmesin dünyanın en güzel şehri unvanını...
“Aziz İstanbul, Ortaçağ’dan artakalan ve bir harabe şeklinde Türklüğün eline geçen bu şehrin, Yahya Kemal’e göre fetihten sonra, imparatorluğun her köşesinde Türk’ün zekâsının yarattığı edebiyattan hat sanatına, süslemeden doğramacılığa, el sanatlarından mûsikiye, ev ve oda mimarisinden külliye mimarisine kadar her türlü sanat dalının mükemmeli aradığı ve bulduğu bir belde hâlini alışını dile getirmektedir. Yahya Kemal’e göre İstanbul, bütün Türk tarihinin, Türk coğrafyasının bir terkibi, hulâsası ve tecelli yeri olmuştur. Yahya Kemal bu şehrin Türk İstanbul hâline gelişini, bazen mimari eserleri tek tek ele alarak, bazen de Türk semtlerinin doğup gelişmesini ve taşıdıkları mânayı anlatarak dile getirir. Ona göre Türk milletinin tarihî devirler içinde meydana getirdiği üstün ve zengin medeniyetin bir cephesini teşkil eden millî mimari, millî zevkin tezahürü ve vatan toprakları üzerindeki millî varlığın da açık bir delilidir.”
Ben yıllarca Ankara'nın ekmeğini yedim, suyunu içtim. Havası iyi değildi eskiden ama ekmeğinin lezzeti bugünden daha iyiydi. Susuz geçen günlerin ardından gelen sular da bizi hasta etmişti hep... O günler geride kaldı ama Ankara'nın şehir olması gerek, yalnız gecekonduları toplayıp göğe doğru kuleler yükselterek değil... Yan yana tuğlaları üst üste koyarak medeniyet oluşmaz. Tuğla yerine asil bir taş ile yapsana yatay mimariyle de görelim estetiği…
Sadece yollar, köprüler, parklarla şehir olunmaz... Onları tamamlayan o kadar çok şeye muhtaç ki Ankara... Neyse siyasete girme diyorlar... Laf tam da oraya geliyordu...
Tanrı Dağları'ndan
Muhittin Gümüş
11.06.2025