Biz içinde bulunduğumuz şartlar gereği Ülkücülüğü kahramanlık bildik; kahramanlığı da “saldırıp bir daha dönmemek” olarak öğrendik. (70’lerin ikinci yarısı)
Hiçbir kavgadan kaçmadık, bir geri adım atmadık, kimseden de yardım istemedik, ağlamadık.
Bu şuur, “9 Işık” gibi teori kitaplarında bulunmayan, yazılı kaynaklara geçmesi mahzurlu olan bir saha ve görev doktrinidir.
Köşe yazılarımızdan dolayı soruşturma geçirdik, hüküm giydik; hâlâ peşimizden gelen davalar var.
Tarla davası değildi, resimdeki dava “Kandil Devlet Hastanesi” başlıklı yazıyla ilgilidir.
Ne lideri üzdük, ne teşkilatı meşgul ettik, ne de doktrini yaraladık. Avukat dahi istemedik.
Kıt kanaat geçinen pek çok Ülküdaşımın sosyal medyada Lider, Teşkilat ve Doktrine siper olmak adına paylaşım yaparken tazminata mahkum edildiği ve teşkilatı bundan haberdar bile etmediği, yaşanan bir gerçekliktir.
Biz Ülkücülüğü böyle öğrendik.
Kavgada yumruk sayılmaz, konfor aranmaz dedik; başı dik, alnı açık ilerledik.
Ülkücü, teşkilatı korumak için ser verip sır vermediği gibi kendini korumak için de teşkilatı seferber etmez.
Çünkü teşkilat, ülkümüzün kurumsal taşıyıcısıdır. Dolayısıyla kutludur, kutsaldır.
Her ülkücü, bu kutlu davanın neferidir.
Hatalar kişinin, zaferler teşkilatındır.
Sonucuna katlanmak kaydıyla kahramanlıkta hak iddia edebilir, vurulur, düşer, icabında ölür; ama…
Ülkücü ağlamaz.
Şairin dediği gibi
“Felek her türlü esbâb-ı cefâsın toplasın gelsin.
Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azîmetten.”
Der ve Ülkü yolunda ilerler.
Saygıyla
Şükrü Alnıaçık
26 Haziran 2024