Hasan GEZER / UZLUK


Yalnızlık çağı

Eskiden insanlar birlikte susar, birlikte üzülür, birlikte umutlanırdı. Şimdi herkes kendi dünyasında, kendi odasında, kendi ekranına gömülmüş, içsel bir boşluğun yankısıyla baş başa.


Bize bu çağ “iletişim çağı” dediler. Kimileri “bilişim çağı” dedi, kimileri “teknoloji çağı”, “dijital çağ” diye adlandırdı. Oysa bana göre tüm bu tanımların arasında gözden kaçan en temel gerçek bu çağın, aslında “yalnızlık çağı” olduğu gerçeği. Ya da bu çağın adını revize etmeliyiz, ben “Yalnızlık Çağı” olmasını öneriyorum.

Her şeyin bu kadar “bağlantılı” göründüğü bir dönemde, bu kadar kopuk hissetmek nasıl mümkün? Elimizin altındaki telefonlar, birkaç saniyelik gecikmeleri bile tahammülsüzlükle karşılayan mesajlaşma uygulamaları, bir tıkla ulaşılabilen yüzlerce “arkadaş”… Bir mesaja geç dönüldüğünde çıkan krizler. Ama bu imkanlara rağmen kimseye gerçekten ulaşamıyoruz. Kimse bizi gerçekten duymuyor. Görünmez kalabalıklar içinde yalnızız.

Eskiden insanlar birlikte susar, birlikte üzülür, birlikte umutlanırdı. Şimdi herkes kendi dünyasında, kendi odasında, kendi ekranına gömülmüş, içsel bir boşluğun yankısıyla baş başa. Mahalleler sessiz, sokaklar yabancı, sofralar yalnız. Dijitalleşmeyle birlikte hayat kolaylaştı belki ama anlam çok azaldı. Her şey hızlandı, ama dostluk yavaşlık isterdi yavaşlayamıyor yaşam ve şimdi zaman yok, durmak yok, dinlemek yok. Hızlı tüketim, hızlı moda, hızlı yemek...

Yalnızlık artık sadece yaşlılara ait bir sonbahar duygusu değil. Gençler de yalnız, çocuklar bile yalnız. Kalabalıklar arasında bağıran yalnızlıklar var. Paylaşımlar çok ama samimiyet ve derinlik yok. Kahkahalar emojiye, ağlamalar sessizliğe dönüşmüş durumda.

Birbirimize değil, algoritmalara yakınız. İnsanlar birbirine çok çok uzak artık. Çocuklar, anne ve babalarına yabancılaşıyor, kardeşler, aynı evde başka hayatlara savrulmuş durumda. Arkadaşlıklar ise mevsimlik, dostluklar yüzeysel, kırılgan ve tüketilebilir.

Ve sadece insan insana değil, insan, doğaya da uzak artık. Taşla, toprakla, suyla, ağaçla, çiçekle, bir kedinin bakışıyla, bir köpeğin sadakatiyle, pencere kenarına konan bir serçeyle bile iletişim kurmuyoruz. Eskiden mahallenin delisiyle bile sohbet edilirdi. Gözümüz ekrana, gönlümüz sonsuz bir boşluğa bağlı şimdilerde. Oysa hayat tam da oralarda, tam da o seslerde, dokunuşlarda, temasta gizli değil miydi?

Yalnızlık, artık bir seçim değil, bir dayatma ve alabildiğince üzerimize çöken bir sis. Bazen insanları göremiyoruz değil, onlara dokunamıyoruz. Çünkü herkes kendi iç çatışmasının yankısına daha yakın. Ancak kendi karanlığını görüp oradan çıkamıyor kimse. Ama herkes görünür olmak istiyor oysa ki; belki de kimse gerçekten görülmekten yana değil hiç kimse. Çünkü görülmek, kırılmak demek bu çağda.

Bu çağ, bireyi kutsarken onu çoraklaştırdı, gönlünü taşlaştırdı ve özgürlüğü sunarken, aidiyeti unutturdu. Bağımsızlıkla övünürken, bağı çözmeyi marifet bildi adeta.

Oysa insan, bir elin sıcaklığına, bir gözün şefkatine, bir omzun ağırlığına muhtaç değil miydi?

Yalnızlık büyüyor, görünmeyen bir salgın gibi.
Unutmayalım ama çözüm yine insanda, yine yan yana gelebilnekte. Göz göze bakışabilmekte, sessizce dinleyebilmekte, yanında çifte kavrulmuş lokum olan bir acı kahveyi birlikte içebilmekte. Belki de yeni bir çağ başlamalı artık ve o çsğ Yakınlık Çağı olmalı.

Gelecek yüzyılın, yakınlık çağı olması umuduyla sağlıkla kalın... Çünkü dünya, yalnızlıkla değil, yakınlıkla iyileşecek.

Hasan Gezer

YAZARLAR