İçinden geçmekte olduğumuz dönemin tarihsel arka planına bakmak gerekirse; Fransız Devrimi sonrası gelişen milliyetçi akımlar, Osmanlı aydınlarının üç tarz-ı siyaseti sırasıyla uygulama çabaları, Balkan Harbi ve
1. Dünya Savaşı sonrası elde kalan vatan toprağı ve millet bakiyesi ile verilen mücadele, İstiklal Savaşı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu…
Osmanlı İmparatorluğunun tasfiyesinin planını yapan,
1. Dünya Savaşının da aktörleri olan büyük güçlerin, diğer milletlerin varoluşları üzerine serdettiği fikri temellerin kendi emelleri, planları, prensipleri ve gizli antlaşmaları üzerinden tezahür ettiği görülür; bunların bazıları şunlardır:
Wilson Prensipleri ve Self Determinasyon:
Dönemin Amerikan Başkanı Woodrow Wilson tarafından açıklanan, ABD’nin Birinci Dünya Savaşı’na ilişkin ondört maddelik savaş amaçları bildirisi tarihe “Wilson prensipleri” olarak geçmiştir. Özellikle, ulusların kendi kaderlerini kendilerinin belirlemesi anlamına gelen
“self determination” ilkesini temel alan bir uluslararası yapılanmayı önermesi, tüm devletlerin üye olarak içinde yer alacakları bir dünya örgütünün kurulmasını öngörmesi, ekonomide ve diplomaside açıklık ve serbestlik isteğini dile getirmesi, Wilson prensiplerinin ilân edildiği andan başlayarak büyük ilgi görmesine neden olmuştur. Sömürge, yarı sömürge ve sömürgeleştirilmeye aday ülkelerin aydınları ki aralarında Osmanlı aydınları da vardır; Wilson prensiplerine bir can simidi gibi sarılmışlar, özgürlük ve bağımsızlık özlemlerini gerçekleştirebilmek için bu prensiplerden medet ummuşlardır.
Bunun böyle olmadığı, bu prensiplerin ardında gizli olan niyetler, zaman içinde gözlemlenen uygulamalarla ve yaşanan somut gerçeklerle açığa çıkmıştır. Wilson prensipleri, özgürlük, eşitlik, adalet ve bağımsızlık gibi yüce değerlerin değil, liberal emperyalizmin ve hakim kılınmak istenen Dünya düzeninin kullanışlı araçları, argümanları olarak yer almaktadır; halen de gerektiğinde tedavüle sokulmaktadır.
Çanakkale’yi geçemeyen İngilizlerin yardım gönderemediği Çarlık Rusyası’ndaki 1915 Ekim devriminden sonra Bolşeviklerin Petrograd’da buldukları belgeler arasında yer alan Sykes-Picot ve diğer gizli antlaşmaları Dünya kamuoyuna açıklamalarıyla Wilson’un korktuğu başına gelir. Lenin bildirgesi ile, Rusya’nın derhal savaştan çekilmesi ve toprak ilhaklarını içermeyen âdil ve demokratik bir barışın yapılmasının gereği işaret ediliyordu.
Bolşeviklerin bu çıkışı yalnız ABD’yi değil, İngiltere ve Fransa’yı da zor durumda bırakmıştı. Nitekim her iki ülkenin Başbakanları, üzerlerindeki baskıyı hafifletmeye yönelik açıklamalar yapma gereğini duydular. Fransa’da 16 Kasım’da Başbakan olan Georges Clemenceau 27 Aralık 1917’de ülkesinin savaş amaçlarını açıklarken, Fransa’nın istila amacı gütmediğini, “kul hayatı yaşayan doğu halklarına kendi kaderlerini belirleme hakkını verecek olan milliyetler prensibi’ni yaşama geçirmek için” savaştıklarını ileri sürüyordu. İngiliz Başbakanı Lloyd George ise, 5 Ocak 1918 günü yaptığı konuşmada, “Türkiye’yi başkentinden ve nüfusunun çoğunluğu ırk bakımından Türk olan Anadolu ve Trakya’daki zengin ve şanlı ülkelerinden yoksun bırakmak için savaşmıyoruz” diyordu ve ekliyordu: “Türk İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul olmak üzere, devamına engel olacak değiliz”.
Bolşeviklerin gizli paylaşım antlaşmalarını açıklamalarından hemen sonra Wilson, ABD’nin kapsamlı savaş amaçlarının ve barış ile ilgili öngörülerinin şekillendirilmesinde kendisine yardımcı olacak bir kurulu görevlendirdi.
150 kişilik kurul 1917 yılının Aralık başında New York’ta çalışmalarına başladı.
Kurul, bir ay sonra raporunu Başkana sundu. Wilson’un, Amerikan Kongresi’nin 8 Ocak 1918 tarihli oturumunda Dünyaya ilân ettiği 14 maddelik Birinci Dünya Savaşı ile Amerika’nın savaş amaçlarının bildirisi olan Wilson Prensipleri şöyledir:
Madde 1. Barış görüşmeleri kamuoyuna açık olarak yapılmalı ve görüşmeler sonunda varılacak antlaşmanın hükümleri de yine açık olmalıdır. Gizli antlaşmalara son verilmelidir.
Madde 2. Denizlerin, karasuları dışında kalan bölümleri, uluslararası antlaşmaların gerektirdiği özel durumlar dışında savaşta ve barışta herkesin özgür ve serbest kullanımına açık olmalıdır.
Madde 3. Ekonomik engeller olabildiğince kaldırılmalı, ticaret serbestisi ve fırsat eşitliği sağlanmalıdır.
Madde 4. Ulusların silahlanması, iç güvenliğin gerektirdiği en alt düzeylerde olmalı, bu konuda yeterli garantilerin verilmesi sağlanmalıdır.
Madde 5. Tüm sömürgecilik savları, ilgili halkların çıkarlarını ve egemenlik istemlerini dikkate alacak biçimde eşitlikçi ve hakkaniyete uygun düzenlemelere tabi tutulmalıdır.
Madde 6. İşgal altındaki Rus toprakları boşaltılarak, Ruslara kendi kuramlarını seçme hakkının tanınması sağlanmalı ve onlara istedikleri yardım yapılmalıdır.
Madde 7. Belçika toprakları boşaltılmalı ve bu devletin ulusal egemenliği yeniden kurulmalıdır.
Madde 8. 1871’de Almanya’ya geçen Alsas-Lorainne, Fransa’ya iade edilmelidir.
Madde 9. İtalya’nın sınırları ulusal esaslara göre yeniden çizilmelidir.
Madde 10. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu içindeki halkların özerk gelişmeleri sağlanmalıdır.
Madde 11. Romanya, Sırbistan ve Karadağ toprakları boşaltılmalı, Sırbistan’ın denize çıkışı sağlanmalıdır. Balkan devletlerinin dostça ilişkiler kurmaları sağlanmalı, siyasi ve ekonomik bağımsızlıkları ile toprak bütünlükleri uluslararası güvence altına alınmalıdır.
Madde 12. Osmanlı İmparatorluğu’nun, nüfusunun çoğunluğunu Türklerin oluşturduğu bölümlerinde Türk egemenliği güvence altına alınmalı; İmparatorluk sınırları içindeki diğer ulusların yaşam güvenlikleri ve özerk gelişimleri sağlanmalıdır. Çanakkale Boğazı, uluslararası güvenceler altında tüm gemilere ve ticarete sürekli olarak açık hale getirilmelidir.
Madde 13. Toprak bütünlüğü uluslararası antlaşmalarla güvence altına alınmış bir Polonya Devleti kurulmalıdır.
Madde 14. Özel antlaşmalarla, küçük, büyük tüm devletlerin siyasi bağımsızlıklarını ve toprak bütünlüklerini karşılıklı olarak güvence altına alacak bir uluslar birliği kurulmalıdır.
Wilson Prensipleri Cemiyeti (veya Wilson İlkeleri Cemiyeti):
4 Aralık 1918'de İstanbul'da kurulmuş ve iki ay faaliyet göstermiş bir dernektir.
I. Dünya Savaşı'nın sona ermesinden sonra yabancı işgaline uğrayan Anadolu'daki egemenlik sorununa Wilson İlkeleri doğrultusunda bir çözüm bulmayı amaçlar. Dernek üyelerinin bir kısmı barıştan sonra ülkenin Amerikan mandası altına girmesi düşüncesini ortaya atmıştır. Cemiyet çok kısa ömürlü olmuş ancak ortaya attığı Amerikan mandası fikri özellikle İzmir'in işgalinden sonra yaygınlaşmış; Erzurum ve Sivas Kongrelerinde tartışılmıştır. Bugün Milli Mücadele kahramanları olarak andığımız bazı komutanlarımız dahi, Amerikan Mandası fikrini savunmuş, Mustafa Kemal Atatürk’ün tam bağımsızlık düşüncesini ancak ve ancak zamanla kavrayabilmişlerdir.
Oryantalist, Batı özentisi, Öyropacı bir aydın takımı ve basın ve menfaat çevreleri
19. Yüzyıl sonlarından beri Osmanlı’da yer tutmuş etkili bir topluluktu.
Avrupa tarihi içinde önemli bir yer tutan ve “Türkler’in Avrupa’dan atılması” şeklinde tanımlanabilen Şark meselesi yabancı dillerde yerleşmiş bir terim olarak (Die Orientalische Frage, La question d’orient, The Eastern Question)
geniş çağrışımlar oluşturur.
Şark meselesi kavramının,
“19. yüzyıldaki Osmanlı zayıflamasının neticesinde topraklarının paylaşılması” anlamında bir miras kavgası şeklinde algılanması en doğru yaklaşım sayılmakla beraber genelde bunun kapsamının Türkler’in Anadolu’ya girişine aslında yeniden gelişine kadar (1071’e kadar) geriye götürülmesi söz konusu olmaktadır. Yani Türklerin Asya’ya yani kadim Türk yurtlarına sürülmesi, Anadolunun dahi Türklerden arındırılması fikri Avrupa’da bir tez olarak taraftar bulmuştur.
Şark meselesinin ortaya çıktığı kendi zaman dilimi içinde bile şartlara ve durumlara göre farklı şekillerdeki alt tanımlamalarla tarif edilmesi gerekmektedir. Genel olarak Şark meselesi, emperyalist politikalar izleyen büyük devletlerin (düvel-i muazzama) Osmanlı Devleti’nin başta Avrupa’daki kısmı olmak üzere özellikle Ortadoğu’ya ve diğer yerlere yayılmış geniş topraklarının paylaşımı, devletin hükümranlık sahası üzerinde siyasi ve iktisadî tahakküm kurulması, bu arada müslüman olmayan halkların durumlarının istismar edilmesi, bağımsızlık mücadelelerine maddi ve mânevi destek verilmesi ve bunun, Avrupa ve sonraları Amerika Birleşik Devletleri kamuoyunun kazanılması amacıyla yoğun bir anti-Türk propagandası halinde yürütülmesi anlamında, Osmanlı gücünün 18. yüzyıl başından itibaren kendini hissettiren gerilemesiyle beraber gelişen kendi aralarındaki şiddetli rekabetin geleneksel bir tanımlamasıdır.
Şark meselesinin Ortadoğu safhası olmak üzere Arap vilâyetlerinin paylaşımı, Hindistan’a yönelik çıkarları bakımından önceleri Mezopotamya ve Basra körfezinde yoğunlaşan İngiltere ve Suriye (Lübnan-Filistin) bölgesinde hâkimiyet kurmak isteyen Fransa tarafından uygulama alanına sokulmuştur. Osmanlı Arap vilâyetlerinin paylaşımı Şark meselesinin son aşamasını teşkil etmiş ve Sevr Antlaşması (10 Ağustos 1920) bunun son durağını oluşturmuştur. Arap coğrafyasının paylaşılması ve Filistin’de yoğun göçlerle sayıları giderek artan yahudiler için bir yurt kurulmasının temellerinin atılması, Doğu Anadolu’da bir Ermeni, Güneydoğu Anadolu ve Kuzey Irak topraklarında bir Kürt devletinin teşkil edilmesinin istenmesi yanında geriye kalan Anadolu topraklarının İtalya ve Yunanistan’ın katılımıyla tamamen parçalanması arzusu Millî Mücadele’nin zaferiyle neticesiz kalmıştır. 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması ile Batılı devletlerin düşünce ve planları büyük ölçüde başarısız olmuştur.
Anadolu’da hiçbir zaman bir devlet kurmaya yetmeyen nüfusuyla Ermeni varlığının
1. Dünya Savaşı’nın sonunda büyük ölçüde tasfiye edilmiş olduğu gerçeği karşısında, büyük devlet politikalarının geçen yüzyıldan kalma örneklerini vererek günümüzde de sürdürülen Şark meselesinin, Osmanlı Devleti’nin tarihe karışmasının ardından eski imparatorluk topraklarının bölüşümünden pay alamayan ve sona kalan etnik unsurlarının devletleşmesi ve sınırların yeniden tespiti anlamında devam etmekte olduğunun ileri sürülmesi yanlış sayılamayacaktır. Balkanlar’da Şark meselesinin son aşamasını teşkil eden, dağılan Yugoslavya, yeni kurulan Makedonya ve Kosova cumhuriyetleri örneğinde görüldüğü gibi devlet halinde ortaya çıkan ve hâlâ çıkma potansiyeli taşıyan etnik unsurlar göz önüne alındığında geçen yüzyılda Osmanlı mirasına Balkanlar’da Rusya’nın, Ortadoğu’da İngiltere’nin, denge politikaları gereği tek başına konamayacağının görülmesine rağmen, emperyalist politikalar doğrultusunda yeni paylaşım planları yapan günümüzün bir başka büyük gücünün haritaları değiştirerek bu paylaşımı istediği gibi gerçekleştirmeye niyetlenmesi Şark meselesinin burada da henüz sona ermediğinin açık bir göstergesidir. Büyük Ermenistan Büyük Kürdistan ve Büyük İsrail projelerinin önündeki en büyük engel güçlü zinde içeride birlik olmuş istikrarlı ve hedeflerinde kararlı bir Türkiye’dir.
Günümüzdeki yeni gelişmelere gelir isek; PKK'nın kendini tasfiye metnindeki "Lozan ve 1924 Anayasası" üzerinden kurguladığı retorik Şark Meselesi bağlamında değerlendirilmelidir.
Şark Meselesi, Osmanlı'nın tasfiyesini özetleyen batılı bir deyimdi. Bu tasfiye, bir asır boyunca tatbik edildi. 1829'da Yunanistan, 1867'de Sırbistan, 1878'de Karadağ ve Romanya, 1908'de Bulgaristan ve sonrasında Ermenistan ve Ortadoğu ile Arap Yarımadasındaki kopuş ve parçalanmalar gerçekleşti. Bu etnik gruplar farklı bağımsızlık saikleri ve temelinde Türk düşmanlığı bulunan, Batı’nın himayesinde silahlı hareketlerle isyan ettiler. Ve yine Batı’lı devletlerin yardımıyla bağımsız hale geldiler.
Bazı Batılı devletler için Osmanlı'nın tasfiyesinin devamında bugün de benzer yol ve yöntemlerle 20. ve 21. Yüzyılda da tasfiyenin son aşamaları sürmeli ve Şark Meselesi, yüzyıl önceki Wilson prensipleri ile Sykes-Picot antlaşması dahilince nihayete erdirilmeli idi. Devamında Sevr haritası ve şartları halen Batı için nihai hedef olmalıydı.
Şark Meselesi, 1920 yılında Büyük Ermenistan ve Bağımsız Kürdistan hamlesiyle tasfiyeyi noktalayacaktı. Bu kapsamda Sevr Antlaşması Osmanlı'ya dayatılmış ve saltanat yönetimi tarafından kabul görmüştü (Meclis-i Mebusan dağıtıldığından onaylanmadı). Zaten Sevr haritasına bakıldığında Türklerden koparılacak başka bir etnik-ulusal hareket kalmadığı da görülür. Sevr uygulanabilse,
Türk Milleti Orta Anadolu illerine ve kuzeyinde bir kaç Karadeniz kıyısındaki illere hapsedilecekti.
Fakat hadiseler ve zamanın akışı başka türlü gelişti. Türk milletinin Mustafa Kemal ile beklenmedik direnişi ve kurtuluş hareketi Şark Meselesi'nin son iki hamlesini, başta Sevr'i devre dışı bıraktı. Sonrasında Büyük Ermenistan ve bağımsız bir Kürdistan hamlelerini suya düşürdü. Yunan, Sırp, Rumen ve Bulgarlar açısından elde edilen kazanım ayrılıkçı Ermeni ve ayrılıkçı Kürtler açısından elde edilemedi. Diğer yandan Kürtlerin ekseriyeti Türklerle aynı geleceği paylaştıklarını bilip kader birliği etmişlerdi.
Yeni kurulan Cumhuriyet ve Türk Devleti, Şark Meselesi'nin yeni girişimlerini bertaraf etmek adına ulusal ve üniter bir devlet idaresi oluşturdu. İlgili idari ve fikri yapıyı oluştururken de Kürtleri Osmanlı'dan ayrılan etnik gruplarla birlikte asla değerlendirmedi. Türk Milletinin asli unsurundan kabul etti.
PKK kendi varlığını, ayrılıkçı-bölücü fikri temellerini, sol-sosyalist soslarla da güzellediği Şark Meselesi'ni bloke eden işte bu silsile halindeki süreçlere dayandırıyor. Kendisini bu ulus devlet yapıya karşı bir reaksiyon olarak konumlandırıp, fikri argümantasyon elde etme çabasını tasfiye halinde bile sürdürmek istemektedir..
Aslında Şark Meselesi'ni
Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasası ile boşa düşüren Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucu iradesine isyan eden PKK, tarihsel arka planda Batılı güçlerden tasfiye halinde dahi medet ummaktadır.
Şark Meselesi'ni ve hedeflediklerini bloke eden Lozan Antlaşması ve 1924 Anayasası ve kurucu felsefenin ortadan kaldırılmasına imkan kalmadığını anlayan PKK kesin olarak yenildiğini kabul ediyor. Bu nedenle silahlı hareketini bitirmiş ve tüm arzularını terk etmiş gözüküyor. Ancak silahlı bir hareketin varlığına artık lüzum kalmayıp, başka türlü fikri ve siyasi zeminde devam edecek bir mücadelenin içerisinde olmasının Batılı devletler ve emperyalist güçler tarafından tavsiye edilip edilmediğine dair kuşku içinde ve müteyakkız olmak her Türk evladının açık bir vazifesi olmaya devam edecektir.
Bu noktada PKK'nın silah bırakma kararının arkasındaki motivasyonlar ne olursa olsun, bu kararın bölgesel dinamikler üzerindeki potansiyel etkilerini ve "üçüncü taraf" aktörlerin bu süreci kendi çıkarları doğrultusunda nasıl kullanabileceğini de titizlikle analiz etmek zorundayız.
Ez cümle, bin yıllık Türk Kürt kardeşliği, kader birliği, eylemde ve söylemde tutarlı halde olmalı ve 81 ildeki yatırım yaşam eğitim refah standartları birbirine en yakın hale getirilmeli, Türk milletinin varlığı ve birliğinin ilelebet sürmesinin sağlanabilmesi için bugüne kadar yapılan tüm fedakarlıklara azami saygıyla ve sabırla gelecek nesiller için çalışıp tarihin akışına hep yön vermiş çok büyük bir millet olduğumuzu Dünya’ya yine ve yeniden göstermeliyiz.